Orduya karşı tırmanan bir küstahlıkla psikolojik savaş yürüten ve aynen Sevr yılları dönemindeki bazı gazeteler gibi yayın yapan medya organları hayal kırıklığı içinde surat asmış haldeler! 28 -29 Ekim günleri attıkları Baş vekili kışkırtıcı, Başbuğ’u yıldırıcı başlıklar diledikleri sonucu vermedi.
Biliyorsunuz Erdoğan’a vur, kır, parçala mealinde seslenirken, Başbuğ’a da teslim ol, çekil kenara generaldiye bağırıyorlardı! “Erkek”lerin küstahlık rekorunu kırmak ise medyadaki hainlerin baş karargâhı Taraf’taki “tesettürlü” bir kadına düşmüştü: îmayla da olsa Türk ordusuna nefretini subayların analarına dek uzatmaktan utanmamıştı! Ama elleri böğürlerinde kaldı ve 30 Ekim tarihli sayılarında zafer nâraları atmak şöyle dursun, alçak perdeden ve pek yorum yapmadan Erdoğan – Başbuğ görüşmesinin ardından Başbakanlık Basın Dairesi’nin kısa bildirisini yayınlamakla yetindiler! (Hazmetme sürecindeler!..)
Bu “uyduruk belge” hakkında bugüne değin bu köşede yaptığımız analizleri anımsayanlar, özellikle de 29 Ekim tarihli “Genelkurmay Başkanı’nın yapması gereken savunma değil hücumdur!” (

İleri sürdüğümüz tezlerden biri: orduya karşı psikolojik savaş açmış olan kesimin Nur Cemaati olduğu ve Baş vekil’in kendisi açısından haklı olarak “tavşana kaç, tazıya tut” konumunda bulunduğu idi. Cemaat’in kendisine bağlı ve yönlendirdiği medya organları ve yazarları üzerinden orduya saldırırken Baş vekili de kışkırtmaya çalıştığı idi. Erdoğan, bu sefer de kışkırtmalara kapılmamak akıllılığını göstermiştir.
İkinci bir tezimiz de Genelkurmay Başkanı’nın dik durması; hattâ karşı-hücuma kalkması gerektiği idi. Başbuğ’un hükümet başkanı ile baş başa görüşmesinde bu yönde davrandığı net bir şekilde anlaşılmaktadır. Başbakanlık’tan görüşmeye ilişkin yayınlanan bildiri tamamen bu denklemi yansıtmaktadır – hem baş vekilin ihtiyatlı ve “tarafsız görünümlü bir konumdan kozların paylaşılmasını izlemek” tavrını; hem de Genelkurmay Başkanı’nın kesin direnişini. Çünkü basın bildirisinde hukuksal sürecin olağan seyrinde gelişmesinin izlenmesi ve bu sürede kişi ve kurumların [kast edilenin: T.S.K. ve muhbirin andığı kişiler ile Genelkurmay Başkanı olduğu besbellidir] hedef alınmaması gerektiği üzerinde mutabakat sağlanmış olduğu mesajı vardır.
Demek ki: söz konusu “ıslak imzalı belge” ve keza “ihbar mektubu ile onu yollayan kimliği meçhul muhbir”, hiç de medyatik yargısız infazcıların yaymaya çalıştıkları gibi “yadsınamaz sağlamlıkta kesin suç kanıtları” değildir. Tersine, bunun Nurcu Cemaat’in tertiplediği bir tezgâh olması olasılığı da çok yüksektir.
Bunu da en iyi bilecek konumda olan kişilerden biri bizzat Baş vekildir. Çünkü bu işin kendi göz yumması, hattâ belki de yer yer dolaylı takviyesi ile yürütülmesine rağmen kendi başının altından çıkmadığını ve iplerin en baştaki ucunun Cemaat’in elinde olduğunu elbette ki bilmektedir.
Dolayısıyla kışkırtmaya kapılmamakta ve iddianın yüzde yüz doğru ve haklı olduğuna güvense davranabileceği cesaret ve kararlılıkla davranamamakta ve Başbuğ’a o adamların üzerinden elini çek ve / veya istifa et diyememektedir.
Genelkurmay Başkanı da kendi elinin bu anlamda özünde “sağlam” olduğunun rahatlığıyla, öyle tahmin ediyoruz ki, Erdoğan’ın yüzüne karşı Nur Cemaati’ne meydan okumuş ve bizim yargı sürecinden korkumuz yok, yeter ki gerçekten tarafsız bir yargı heyeti olsun; Ergenekon duruşmalarına ve hele şu ıslak imza işindeki gibi geleneksel rutinin dışına çıkılarak ‘özel seçilmiş’ bu adlî tıp heyeti gibi olmasın; keza hukuksal sürecin gizliliğine herkes uysun; kişilerin ve kurumların haysiyetinin medyatik linçe kurban edilmesine izin verilmesin diyebilmiştir.
Elbette Başbuğ bu mealde konuşmakla yetinmemiş ve karşı tarafın suçlamalarının ve kanıt diye ileri sürdüğü şeylerin onlara eşlik eden medyatik şirretliğinden soyutlandığında özünde ne kadar zayıf ve yapay olduğunu gösterebilmiştir. Zaten bunun sonucunda olmalıdır ki sonuçta ortaya o basın açıklaması o içeriğiyle çıkmıştır.
Şu aşamada Nur Cemaati – Ordu çatışmasından en kazançlı çıkan: Nakşîbendî tarikatından Erdoğan olmaya doğal olarak devam etmektedir. Zira bu süreç aslında hem Nurcu Cemaatini, hem de T.S.K.’ni yıpratmaktadır. Nakşîlerin, Nurcular’la barikatın aynı tarafında olmakla birlikte birbirleri ile aynı zamanda alttan alta rakip oldukları da bir gerçektir. (İktidar mücadelesinin böyle derin kuralları vardır! Müttefik ama rakibin -hasmın aleyhine olacak şekilde bile- fazla güçlenmesi istenmez! Birinci tercih: rakiple hasmın birbirlerini zayıf düşürmeleridir! Bu olayda da süreç bu yüzlerce yıllık evrensel kurala uygun işlemektedir.)
Başbuğ’un durumu, kuşkusuz hiç de kolay değildir. En büyük şansı: medyadaki asimetrik psikolojik savaşta elinin çok zayıf olmasına karşın, halkta Ordu’ya güven ve desteğin yüksek olmaya devam etmesidir. Medyatik linç kampanyası esas olarak anca sinirleri veya kişilikleri zayıf okumuş-yazmış kişiler üzerinde etkili olabilmektedir. (Örneklerini görüyoruz.)
Başbuğ, Baş vekil’le görüşme raundundan aslında berabere değil sayıyla “üstün” çıkmıştır. Bunun böyle olduğunu o’nu nakavt olmuş veya abandone etmiş halde hayal eden hain sürüsünün raunt sonundaki suratlarından da anlamak kolayca mümkündür!
Yalnız, bir raundu bir sayı farkla kazanmak dövüşü üstün bitirmeyi güvencelemez. Ve kapalı kapılar ardında Baş vekile kendi görüşünü (o’nun da işine kısmen böyle gelmesinin de sayesinde) kabul ettirmek yetmez. Ergenekon duruşmaları sürecinin nasıl seyrettiği ve bunda Yürütme Erki’nin önemli derecede etkili olduğu göz ardı edilmemelidir.
O halde yapılacak şey, tekrar ediyoruz, karşı-hücuma geçmektir. Başta psikolojik savaş zemininde olmak üzere hemen her zeminde gereken karşı hamleleri yapmaktır. Taraf gazetesi başta olmak üzere çoğu medya organı ve sürüyle köşe tutmuş hainler aslında her gün “suç” işlemektedirler. Onlara karşı sessiz sedasız, dostlar alışverişte görsün türünden dava açmakla bırakın karşı-hücumu savunma bile olmaz! Hele hele Cumhuriyet, Yeni Çağ, Bizim Anadolu gibi vatansever gazetelerin yazar ve yazı işleri yöneticilerinden esirgenen “akreditasyonlar”ı hainlere bahşederek sadece hasım-tarafı büsbütün şımartmış olursunuz. Örnek olsun Ahmet Altan veya Yasemin Çongar veya Ali Bayramoğlu asla akredite oldular diye nötralize olmazlar. Kimse hayal kurmasın…
Vatanımız için çok kritik günlerden geçiyoruz. Hata yapmak lüksümüz yok…
Nazım GÜVENÇ, 1 Kasım 2009
http://www.turkcelil.com/2009/10/erdoga ... ve-basbug/