
Said-i kürdinin hemşehrisi ve en sadık müridi Fethullah Gülen cumhuriyet Türkiye’sinin en tehlikeli ve sinsi düşmanıdır. Kendi ifadesiyle tam bir şeriat militanı olarak yetişen Fethullah eğer dur denilmezse Atatürk’ün ilerici cumhuriyetinin dibine dinamit koymak üzeridir.
CİHAD:
Nihai atak için kendine bağlı kişilere gayet kurnazca verdikleri taktiklerle çıkışın zamanlamasının iyi yapılmasını, ölümü göze almayı, hesaplaşmaya hazır olunmasını, misyona kitlenmenin önemini, söz değil aksiyon ve hamle gerektiğini, savaş halini, sürekli aksiyonu, karar gününü ve şerefli bir ölümün yeğlenmesini işlemektedir.
İ’layı Kelimetullah ve Cihad adlı kitabında cihadın tarifinin “İslamla birlikte Allah yolunda kavga verme” olduğunu, herkese farz olduğunu, hangi halde yapıldığını, İslami bir görev olduğunu, kıyamete kadar devam edeceğini, peygamber mesleği olduğunu, bir cemaatın kendini buna adaması gerektiğini, cihattan geri durmanın günah olduğunu, en büyük İslami müeyyide olduğunu, cihat olmayınca huzurun da olmayacağını, tek ve asıl vazife ayrıca tek çare olduğunu, şehit ya da gazi olunmasının gerektiğini, yeryüzü hakimiyetinin cihatla gerçekleşeceğini, İslami bir borç ve en yüksek ideal olduğunu sayfalarca işlemektedir. Bunun böyle olduğuna “Yakînimizvardır” diyerek müritlerine gaybı bilen evliya havasıyla konuşmaktadır. Ama asıl bu konuda gerçek arzusunu ise şu cümleyle açığa vurur.
“Kürsüde de bazen öyle olur. Mesela hz. Hamza vurdu derken, sanki kılıcı ben kullanıyorum gibi olur.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 78)
“Biz herkese karşı rabbimizi anlatmakla mükellefiz ve dünyaya karşı hem manevi hem de maddi cihadda muvaffak olmak zorundayız.” (İ’lâyı Kelimetuhllah veya Cihad, sf. 34)
“Cihad, bir mümûn’in uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkure ve en yüksek bir idealdır. Zira mümin, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma gibi bir payeyi ancak cihadla elde edebilir.” (a.g.e., sf. 45)
“Zira cihaddan geri durmak ciddi bir günahtır, cihad bir hayır kapısıdır, o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet ya şehit olup ebedi hayat, ya da gazi olup hem dünya hem de ukba nimetlerine ulaşacaktır.” (a.g.e., sf. 57-58)
“Canını Allah yolunda feda ederek şehit düşen kimselerin bizim anladığımız manada ölmedikleri bir gerçektir.” (a.g.e., sf. 59)
“Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen mücahedeye katılamıyor, fakat mücahadede bulunana omuz veriyor, kurduğu müesseseleriyle mücahitleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir.” (a.g.e., sf. 68)
“Demekki acizlik, fakirlik ve kadın olma gibi mazaretler … (dolayı) cihad sevabından mahrum kalmayacakları gibi, mükafatından da mahrum bırakılmayacaklardır…” (sf. 69)
Bu sözleriyle o, tam bir halk ordusu kurmaktadır. Parası olanlara okul aç demiş açmışlar, ev kirala demiş kiralamışlardır. Gülen kadın, ihtiyar, çocuk herkesi maddi manevi her türlü hizmete sokmuştur.
Bu kitabının 70’inci sayfasında konu başlığı “Cihada Her An Hazır Olmalıyız” şeklindedir. Bu sözüyle kitaplarının çeşitli bölümlerinde defalarca tekrar ettiği “Metafizik Gerilim”i gerçekleştirmektedir.
“Eğer bir diriliş bekleniyorsa, o da metafizik gerilimi olan kimselerin omuzunda olacaktır.” (Asrın Getirdiği Tereddütler, sf. 142)
Böylece yetiştirdiği ve kendisine bağlı kadroları adım adım nihai hedefi için hazırlamaktadır.
Cihad adlı kitabının 72’nci sayfasında insanların her türlü güç ve maddi imkanını dava için nasıl hizmete hazır hale getirmelerinin gerektiği, etkileyici şekilde anlatıldıktan sonra da,
“Bu bir hazırlıktırve bu hazırlığın, geleceğin teminatı bakımından taşıdığı ehemmiyet ise her türlü izahtan varestedir”
diye sözünü tamamlamaktadır. Yapması gereken şeyi de şöyle formülleştirmektedir:
“Rasul-i Ekrem’den kalma bir vasiyet vardır. Bu emanet, dünya ve ukba saadetinin teminatı olan İslami hayatın hayata hakim olmasıdır. Bu mukaddes emaneti afâk-ı âlemde temsil vazifesi, bugün bir borç olarak bize düşmektedir.” (sf. 90)
Hedefini kendi düşüncesiyle meşrulaştırmak ve taraftarlarına manevi baskı uygulamak için de,
“Fitne kalmayıp, yeryüzünde yalnız Allahın dini hakim oluncaya kadar onlarla savaşın - Bakara 2/193 ayeti”ni söylemektedir.
“İslami onur ve gururu taşıyan her fert ve millet, mutlaka kendini cihad vazifesiyle vazifeli görmelidir.” (a.g.e., sf. 49)
Cihat konusunda müslümanlığın çıkış yıllarına ait hikayeleri sayfalarca anlatır. Peygamberin etrafındaki insanlar cihat etmekte ve ölümü arzulamaktadırlar. Hele bir yaşlı kadının küçük torununu boyundan büyük bir kılıçla peygambere hediye edilişi anlatılır. Boyundan büyük kılıçla bu çocuk inanılmaz kahramanlıklar gösterir. Cihad adlı bu kitabın altıncı bölümü olan 20 sayfalık “Cihad Aşıklarından” adlı kısmı tamamen bu hikayelere ayrılarak okuyucuya verilmek istenen onların da cihada çıkıp, taa ölümü bulana kadar devam etmelerini sağlayacak ruh halini yaratmaktadır.
Bu kitapta ayrıca sahabelerden cihada gidemeyenlerin üzüntüleri bin bir şekilde anlatılarak, günahla helak olma korkuları vurgulanır. 112-117 sayfaların arasında peygamber devrine ait çeşitli hikayeler anlatılır, bugünkü duruma atıflar yapılarak, cihattan geri duranın vay haline denmektedir.
“Evet boyunduruğun yere konduğu şu dönemde, din-i mübin-i İslamı i’lâ etmek için koşup cihad etmiyor veya edemiyorsak; savleti altında ezildiğimiz bir dönemde, hakkı batılın satvetinden kurtarmak için uykularımız kaçmıyor ve ciddi bir izdirap duymuyorsak, kınanacak birisi varsa o da biziz.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-4, sf. 97)
diyerek herkesi cihada teşvik etmektedir. Cihadın tarifini de
“…İslamla birlikte Allah yolunda kavga vermenin adıdır. Bugün cihad denince akla gelen budur” (Asrın Getirdiği Tereddütler-3, sf. 186) şeklinde yapmaktadır.
Bu kitabın en sonunda kendine bağlı bir okuyucuyu getirdiği ruh hali, insanın cihad vasıtasıyla mutlaka şahadeti (ölümü) arzular hale gelmesidir.
TEBLİĞ:
İrşad Ekseni adlı kitabında işlediği konu “Emr-i bi’l-maruf”( iyilikle emretmek) “nehy-i anil münker” (kötülüklerden uzak durmak) “TEBLİĞ”dir. Kitapta müslümanların kendi ibadetlerini yapmalarının yeterli olmayacağını, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i anil münker yapılmadıkça bütün halkın Allah tarafından cezalandırılacağı anlatılıyor. Emredenin kurtulacağı, dini korumanın ilk şart olduğu, müslümanın eliyle olmazsa diliyle değiştirmesi o da olmazsa kalbiyle buğz etmesi gerektiği anlatılıyor. Tebliğ için fertlere nasıl yaklaşılacağı, muhatabın tanınması gerektiği, duruma göre nasıl bir tavır takınılacağı, adam seçmenin nasıl olduğu anlatılarak bunlar hadisler ve ayetlerle destekleniyor. En sonunda da tebliğ adamının özellikleri sıralanıyor.
“Din, emr-i bi’l-maruf, neyh-i ani’l-münker’dir.” (İrşad Ekseni, sf. 53)
diyerek dini tebliğ olarak sunmakta ve devam etmektedir;
“Bu önemli vazife (tebliğ vazifesi) yapılmadığı zaman, toplumun maruz kalacağı muhtemel musibetleri, efendimiz şöyle dile getirmişti: ‘Ne olacak halimiz? O gün kadınların başkaldırdığı, sere serpe, açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı ifadenin terk edildiği gün.’ (sf. 9) ‘Bütün kötülükleri iyi ve iyilikleri kötü gördüğümüz gün haliniz nice olacak bir bilseniz’, (sf. 10) buyurdular. Biz bu hadisin bu bölümünden, günümüzdeki umumi duruma işaret etmesi yönüyle bir kesit alalım. Evet, hadis-i şerif, bir gün her şey tersine dönüp değerlerin alt üst olacağına, iyiler kötü, kötüler iyi görüleceğine, zinanın terviç edileceğine, terör-anarşi revaç bulacağına, iman ve kuranın aşağılanacağına, Allaha inananların hor ve hakir görüleceğine, birçok kötülük bizzat devletler tarafından kanunlarla korunmaya alınacağına, dine ait hakikatlerin gericilik addedileceğine işaret etmektedir… Çağın insanı bunu on misliyle yaşadı ve zannediyorum daha bir süre de yaşayacak.” (a.g.e., sf. 10)
Sözü edilen bu kitaba Ahmet Kurucan 1997 yılında Önsöz yazdığına, ve kitaptaki konular ses bantlarındaki konuşmaların tasnif edilmesinden sonra sınıflanıp yazıldığına göre yukarıdaki vaazın tarihini en azından 1 ya da 2 yıl daha geriye götürmek mümkündür. Buna göre Fethullahın ifadesiyle bu zillet ve hakaretlerin bir süre daha yaşanması gerekir sözünden bu yana en az 4 ya da 5 yıl geçmiş demektir. Bu hesaba göre artık yolun sonuna gelinmiş kabul edilebilir.
Şimdi ifade edilen söz ve tavırların halk arasında nasıl bir bölücülük yarattığı hatta büyük oranda da bunda muvaffak olunduğu bir gerçektir.
“‘Hadis’: Sizden kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğz etsin. İmanın en zayıfı da budur.(Buğz etmek) Münker İslamın çirkin gördüğü herşeydir. (sf. 32)
Fethullah Gülen;
“Bir mümine düşen şey de …o münkeri eliyle değiştirmesi eliyle değiştirmeye gücü yetmiyorsa, ister sözlü ister yazılı diliyle, buna da imkanı yoksa münkere kalbiyle buğz etmesidir. Ki, imanın en zayıfı da bu son davranıştır.” (sf. 33)
Şimdi düşünmek gerekir. Hizbullah örgütü kendilerince münker gördüklerine bu hadisin gereğini yaptılar. Yani elleriyle değiştirdiler. Öyle bir değiştirdiler ki insanlar dünyalarını da değiştirmek mecburiyetinde kaldılar. Düşünmek gerekir ki Hizbullah’ın kampları olmadı. Hizbullahçılar onlarca yıllardan beri her mahallede birkaçı bulunan evlerde yüzlerce kitap okuyarak, her türlü taktik ve stratejiyi Fethullah’ın örgütünde olduğu gibi öğrenmediler. Yüzbinlerce her konuda yetişmiş militanı bulunan Fethullah’ın o gün geldiğinde vereceği emirle yerlerinden fırlayacak müritleri en büyük iman sahibinin kendileri olduğunu göstermek için münker kabul ettiklerini elleriyle değiştirmek istemelerinde bir anda milyonlarca ülke evladı katledilecektir. 1960’lı yıllarda bu zihniyet Endonezya’da bir gecede bir milyonun üzerinde insan boğazlamıştır.
Devam ediyor Fethullah;
“Evet zaman olur insan bu vazifeyi, kendi hanımına ve çocuklarına karşı eliyle ve diliyle yapar. Orada hem el, hem de dil konuşur. Fakat bazen elin konuşamayacağı yerlerde bu vazifenin dil ile yapılması icap eder. Yakın akrabaya karşı ekseriyetle uygulanacak metod budur. Bunu da yapamıyorsa onlarla arasındaki kalbi irtibatı yeniden gözden geçirir…Bunun en asgari seviyedeki alameti münkere kalben buğz etmektir. Ve … bu kalbi infial de süreklilik istemektedir.” (sf. 34)
Henüz cihat açılıp çıkış yapılmadığına göre ev içinde dayak ve hakaret normal hale gelmiş demektir. Akrabalara karşı da düşmanlık hisleriyle kalbi buğz söz konusu olduğuna göre toplumda bölücülük had safhaya gelmiş demektir. Ayrıca bu davranış Atatürk’ün kurduğu ilerici demokratik cumhuriyetin temellerine çoktan dinamitlerini koymuş, demokrasi aleyhine fakat şeriat lehine büyük kaleler ve mevziler zaptetmiştir.
“Ancak toplumda “emr-i bil-maruf, nehy-i ani’l münker” vazifesi yapılmıyor ve bunun için müesseseler kurulup, bu vazife sistemli bir şekilde ifâ edilmiyorsa Allah o cemiyetin altını üstüne getirir ve o cemiyet, o millet asla payidar olamaz.” (sf. 68-69)
diyerek de bu görevin devlet tarafından dikkate alınmasını sağlamak istemektedir. Bu bağlamda diyanet işleri kurumunu kastederek de;
“Aslında dini hizmetleri belli bir teşkilatın emrine verme, başkalarının bir oyunu olsa gerek. Böyle bir yaklaşımın İslamın cihad ve tebliğ anlayışıyla hiçbir alakası yoktur. Evet İslam dini sadece camiye hapsedilecek bir din değildir.” (sf. 87)
“Bu millet şimdi artık lafa değil, yaşantıya bakıyor.” (sf. 109)
Yetiştirdiği kadrolara sonuç başlığı altında şunları telkin etmektedir (sf. 206):
1. “Tebliğ ve irşad vazifelerin en mukaddesidir.
2. Tebliğ normal zamanlarda farz-ı kifaye olsa bile günümüzde ihmale uğrayan meselelerden olduğu için farzlar üstü farz konumuna gelmiştir. Onun ihmali katiyen caiz değildir.
3. Vazifeyi ihmal ederek ölen bir kimsenin nifak içinde ölmüş olmasından endişe edilmelidir.
4. İçinde bu kutsi vazife yapılmayan topluluğu Allahın helak etmesi muhtemeldir.
5. Bu kutsi vazife fert, millet ve devletler planında da alınmalıdır.
6. Bize tebliğ adamları lazımdır. Bu dini ayakta tutacak, onu cihanın dört bir yanına götürecek olanlar da ancak onlardır.
7. Tebliğ adamı tebliğinde çok ısrarlı olmalıdır.
8. Tebliğ adamı havari karakterinde olmalıdır.”
TAKTİK – STRATEJİ – TAKİYYE:
Bütün bu görevler için taraftarlarına salık verdiği taktik, strateji, takiyye usulleri ve saklanmaların nasıl olacağını çeşitli kitaplarında anlatıyor. Kendisinin örtük konuştuğunu şöyle belirtiyor;
“Toprağa tohum atmak vazifemiz, ona güneşin ısı ve ışığını gönderme, ona neşvü nema verme ise Cenab-ı Hakk’ın işidir. Ben meseleyi istiare yoluyla anlatıyorum. Siz tohum, toprak ve güneşi içtimai platformda değerlendirin.”
Zamana göre strateji gerekir, söylenecek her şey söylenmez, aksiyonda zamanlama önemlidir, saklanmalı, titiz olmalıdır, değişen şartlara göre tavır belirlemelidir, taktik muhammedin tedbiridir, denge gözetilmezse ne olur, mümin buğday tarlası gibidir, fizibilite yapılmalıdır, insan kazanıl-malıdır, istikamete dikkat edilmelidir, temkinli olmalıdır, sırran tenevveret uygulanmalıdır, aynı düşüncede olmayanlara birden bire karşı çıkılmamalıdır, zaman ayarlaması yapılmalıdır, yeniden diriliş esnasında nelerden faydalanmalıdır, gizlilik şarttır, ihtiyatı terk etmemelidir, saklanmalı, görünmemelidir diye sıralanabilen öğütleri ve emirleri bulunmaktadır.
“Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir.”(Fasıldan Fasıla-1, sf. 119)
“İşte bu manada telattuf, yapılan hareket kime karşı yapılıyorsa, tavrımız onlar tarafından hiç hissedilmeden ve sezdirilmeden yapılmasıdır ki, bunu gidip, hedefi vurma ve yara almadan da dönme, gibi bir ifadeyle arz etmemiz mümkündür.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-4, sf. 207)
- Tam bir gerilla gibi.
“Bugün devrin getirdiği şartlar ve hizmetin stratejisi açısından, bir yanağına vurana öbür yanağını çevir, karşılık verme, sokağa dökülme diyorsak, …illerde inşallah Muhammedi zemin tam oturacak ve renk bütün renklere hakim olacaktır.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 222)
“Evet, Allah Rasülü etrafında her zaman işte böyle serdengeçtiler oldu, fakat o, hayatının hiçbir anında, ama hiçbir tedbirde kusur etmedi. Kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde ortaya atılmasının hezimet ve mağlubiyetle neticeleneceğini herkesten iyi değerlendirdi ve bu sebeple de stratejisini hep temkin ve tedbir ile örgütledi.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 141-142)
“Evet denge gözetilmediğinde, hezimet ve mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu şartlarda kahramanlık gösterisi sadece bir ihanettir.” (a.g.e., sf. 142)
“Hadiste mümin ekine benzetiliyor. Bela ve musibetler karşısında o, fırtına önündeki gibi eğilir, yerlere yatar ve fırtına dinince tekrar ayağa kalkar. Bizim bu hususiyetimiz şeytan cephesini tedirgin eder… geçenlerde onlardan biri bu durumu hissetmiş olacak ki, aynen bu benzetmeyi kullanarak, belli güçlerin dikkatini çekiyor ve –onlar fırtına önünde ekin gibi davranıyorlar, bu durum sizi aldatmasın- diyordu.” (a.g.e., sf. 273)
“Türkiye’de İslamın idbarının ikbale dönmesi için, hizmet meydanına atılmış hak erlerinin istikamete çok dikkat etmeleri gerekir… Bu aynı zamanda da hedefe varmanın önemli bir vesilesidir.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 76)
“…bir diriliş hamlesi ve bunu hayatın her kesimine yayma çabası içinde bulunan bu gruplar sırran tenevveret düsturuyla hareket etmelidirler. Böylece … faaliyetlerini hiçbir engelle karşılaşmadan … devam ettirirler.” (a.g.e., sf. 128)
“Arkadaşların mutlaka ama mutlaka temkinle hareket etmeleri şarttır.” (a.g.e., sf. 100)
“Sizin gibi düşünmeyip farklı dünya görüşüne sahip(lerin) karşısına aceleyle çıkılmamalı… Yoksa bizim gibi düşünmüyorlar diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu gayr-ı memnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşınıza çıkıp sizi yerle bir edebilirler.” (Ölçü veya Yoldaki Işıklar-3, sf. 40)
“Bediüzzaman gibi bir insan, dünyanın neresinde olursa olsun, insan yetiştirdiği taktirde, o dünya ile oynayacak duruma gelir. Tabii ki bu gibi meselelerde zaman ayarlaması, yapılmak istenen işin çapına göre hesap edilmelidir.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-3, sf. 117)
“O halde kuvvet dengesinin olmadığı durumlarda tekniğe, taktiğe başvurulmalıdır. Aksi takdirde karşı gelinemeyeceği muhakkak olan kuvvetle çarpışmaya kalkmak davaya en büyük ihanettir. (Prizma-1, sf. 86)
“Meşveret, işlerin düşünce planında ele alınması, fizibilitenin yapılması demektir. Bunlar çok önemli şeylerdir ve katiyen toy dimağların, tecrübesi ve bilgi birikimi olmayan insanların yapacağı şey değildir. Öyleyse hamle öncesi bu işlerin planlanması...”(Fasıldan Fasıla-3, sf. 121)
Nasıl bir takiyye uyguladığı ise İrşad Ekseni adlı kitabının 34’üncü sayfasında anlattığı şu hikaye ve eklediği kendi sözüyle çok demonstratiftir. “(Bedir esirleri hakkında görüş beyan edilirken Hz. Ömer’in söyledikleri bunun en çarpıcı ifadesidir. O: “Ya resullallah, herkese akrabasını teslim et ve herkes kendi eliyle akrabasının işini bitirsin. Hz. Hamza’ya kardeşini ver, onu o öldürsün. Ali, kardeşi Akil’in hakkından gelsin. Bana da benim yakınlarımı ver, onları da ben öldüreyim…” demiştir. Gerçi istişarede bu görüşler kabul edilmeyecektir ama, bir müminin münkere karşı tavrını ifade etmesi açısından uyulmasa da üzerinde durulmağa değer bir üslûptur.)”
Gayesinin İslam devleti olduğunu çok açık ortaya koyan Gülen, diğer cemaatlarla uzlaşmanın şart olduğunu, diğer cemaat mensubu ve önderlerine kendine bağlı kişilerin nasıl davranmaları gerektiğini “Ölçü ve yoldaki ışıklar-2” adlı kitabının 3 ve 32’nci sayfaların arasında “Birleşme noktaları” bölümünde uzun uzun anlatıyor. Düşmana karşı faslı müsterekelerde nasıl birleşileceğini, ihtilafların körüklenmemesi gerektiğini, karşılaşılabilecek tehlikeleri sayarak uyarılarını sıralıyor.
Bu kitapta Fethullah Gülen gayesine varana kadar diğer cemaatlarla nasıl ve hangi boyutlarda ilişki kurulması gerektiğini bakınız nasıl anlatıyor. Tabii bu gruplara bütün gruplar dahil. Toplu mezarları bulunan Hizbullah ve benzerleri de.
Ölçü veya Yoldaki Işıklar-2
“Birleşme Noktaları:
• Asıl mesele ise, bütün bu olup bitenlerden sonra, yeni oluşu, kadim ve sarsılmaz prensiplere tevfikan mükemmel hazırlamaktır.
• İşte bizler bugün, böyle bir olma veya olmama durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Ya bütün bu buhranlardan sonra bir iz’anla kurulmasını tasarladığımız dünyayı kuracak ve huzura ereceğiz, veya … çekilen binlerce ızdırap ve boş kılacak bir anlayış ve davranışla maazallah geri geriye gideceğiz. (sf. 3)
• Doğrusu ittifak ve iftirak (dağılma, perişan olma) mevzuu, günümüzde ehemmiyetini koruyan en aktüel bir mevzuudur. O her devirde ehemmiyetini korusa bile, merkezi taazzurun (şekillendirme) gerekli olduğu, hem çok gerekli olduğu bir dönemde, ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimai meselelerin önüne geçen bir mevzu haline gelmiştir. …Çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, dirilişimiz için bundan daha büyük tehlike tasavvur etmek mümkün değildir. (sf.4)
• Zira, anlaşma ve uzlaşma, her şeyden evvel bir akıl ve mantık işidir. Akla ve mantığa dayalı bir vahdet işidir ki, dayanır ve uzun ömürlü olur. Buna karşılık günümüzde daha çok hissi vahdet ve kardeşlik vardır. Bu ise zayıf, yetersiz ve kısa ömürlüdür. Belli bir grup karşısındaki toplanmalar, düşmanlık duygularıyla bir araya gelmeler; saldırmış ve saldırılmış olma ruh haleti içindeki derlenmeler, hissi birleşmelerin gelip geçici dalgalarından ibarettir. Bugünkü keyfi ve kemmî buudlarımız içinde böyle bir vahdet kat’iyyen yetersizdir ve hele mukaddes prensiplerimiz açısından asla tecviz, tasvîb ve muhakkak suretle takdîr göremez. (sayfa 5-6)
• Öyle ise, iç ve dış ayrıcı faktörleri hesaba katarak, fasl’-müştereklerimizin müzakereye getirilmesine ve birliğimizin aklîlik ve mantıkîlikle yeniden ele alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır. …hiç olmazsa, Anglo-Sakson ve Galler ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem çok şiddetle ihtiyaç vardır. Düşmanlarımızı meşgul etme, düşündürme ve göz açtırmama gibi kiyâset ve dirâyet isteyen hususları beceremezsek bile, hiç değilse onların oyunlarına gelmeme ve elimizle kendi tükenişimizi hazırlamama anlayışını göstermeliyiz. Aslında buna mecburuz da. (sayfa 6-7)
• … temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi ve en azından bir yabancıya karşı takınılan suni nezaket kadar, (onlara da davranılması) elzemdir, zaruridir, mukaddes birlik ve düzenimize bir temennâ ve selâmdır. (sayfa

•…aramızda bölücü faktörler vardır…”
1. Çeşitli cemaatlar çeşitli vazifeleri ayrı bir yol tutarak yürütmektedirler…
2. …her grup kendi rehberini müceddid kabul etmektedir.”
3. … harika bir zata ihtiyaç vardır … o gerekli ıslahatı bir hamlede yapabilmelidir.
4. … içimizdeki ihtilafların da dıştan körüklenmesini de hesaba katmak mecburiyetindeyiz.(sayfa 9-10)
• Türkiye ve İslam dünyasında … bir araya gelen her cemaat için, bazı tehlikeler vardır.
• (Birçok sebepler) pek çok grubun meydana gelmesine sebep olmuştur. Bu gruplar arasında yer yer ciddi ihtilaflar, …endişe verici kavgalar olmuştur. (sf. 19)
• Ehli sünnetin cevaz verdiği sınırlar içinde, her yolculuk aziz bilinmeli ve her hizmet alkışlan malıdır. (sayfa 21)
• Kısacası … onlarla, kıymetli bir hazineyi taşıma mecburiyetinde olduğunu bir lahza hatırından çıkarmaz. Böyle olunca da, aynı istikamette hareket eden herkesi, kendine yardımcı kabul eder, her muvaffakiyetine ta’zim durur. (sayfa 22-23)
• Öyle ise, siyasi, gayri siyasi, bütün gruplar için “Vahy-i münzel”in âlem-şümul davetine icabetten başka, ne çare ne de ma’kul bir mesned kalmadığı çağrısıyla insanımıza sesleniyoruz “Hepiniz toptan Allahın ipine sımsıkı sarılın, ve sakın parçalanıp ayrılmayın.” (sayfa 27)
• … mukaddes gaye ve ideallere karşı ihtiram hissinin sarsılması, keza büyük dava ve ona bağlı mübeccel mefhumların yerini bir kısım küçük hesap ve çıkarların alması, aradaki râbıtayı daha kuvvetli hale getirmemizi zaruri kılmaktadır. O da, bütün faslı müştereklerimizi ortaya dökerek, onlarla ayırıcı faktörlerin muvazenesini yapma şeklinde olacaktır. İman esasları birliği, amel ve ibadet birliği… (sayfa 28)
• Bütün rehber ve rehnümâlara lider ve başbuğlara vicdan-i umumiyi tâmire ma’tuf bir hususu, bir kere daha hatırlatmak istiyoruz. (sayfa 30)
• Düşmanlarımızın entrikalarına karşı uyanık olun, onların oyunlarına gelmeyin ve onları idare etmesini bilin. Kendi aranızda birbirinizden adam ayartma ve aktarmayı düşünmeyin…Bilakis uğradığınız kimselerin … mürşidlerine karşı hürmetkar olunuz. (sayfa 31)
…müminlere karşı daima … diffuzyona hazır durumda bulunuz.” (sayfa 32)
“Cemaatlar arasında … irtibat şarttır ve zaruridir. Bu yapılmadığı taktirde cemaatleşmeler bölünmeyi, ufalanmayı eriyip gitmeyi netice verir. Bu ise İslam adına büyük bir zarardır… çaresi bütünleşmek, birlik beraberliği korumaktır… Ancak bu hususta bazı prensiplerin hatırlanmasında yarar var. Evvela hiçbir cemaat bir diğerinin aleyhine bulunmayacak. İkincisi cemaat fertleri, diğer cemaat büyüklerine karşı saygılı davranmalı… üçüncüsü bütün bu cemaatlar birbirlerinin dertleriyle dertenmeli. Cemaatları sevin, sevemiyorsanız kendinizi sevmeye zorlayın.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 170-172)
“…İslami cemaatlardan herhangi birine dahil her fert manevi bir şirketin üyesi demektir.” (a.g.e., sf. 174)
Görüldüğü gibi her taktiği, stratejiyi, imkanı, takiyyeyi, riyayı ve yalanı kullanarak hedefine mutlak ulaşmak istemektedir.
SAİDİ KÜRDİNİN MÜRİDİ:
Gülen, said-i kürdi (veya nursi)’nin, onların adlandırmasıyla bediüzzamanın müridi olduğuna şüphe bırakmayacak şekilde sözler söylüyor, açıklamalar yapıyor. Kurduğu örgütünün de aslında onun öğretisi doğrultusunda kurulduğunu da açıklıyor. Onu överken asrın çilekeşi, çağın büyüğü, kâmil mürşid, ruhların hekimi gibi terimler kullanıyor. Said-i kürdinin memleketi Bitlis, Hizan, Nurs’u İslamın hameleleri (yüklenmişleri) için sığınak diye adlandırıyor.
“İşte Bitlis’e bakarken böyle bakmak lazım. Bir Bediüzzamanın, günümüzde dahi ulaşılması zor yerlerde zuhuru … katiyen tesadüf değildir. Hizan ve Nurs, yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, bu nesil kaçabildiğince kaçmış ve saklanabildiğince saklanmış ve orada bir potensiyel güç meydana getirmiştir.”(Küçük Dünyam, sf. 13)
Hemen hemen her kitabında bir ya da birkaç kez bağlı olduğu nurculuğun kurucusu said-i kürdi’nin şu sözüne yer vermektedir.
“Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarma yolunda, dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsür senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa daha ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men’etmeseydi said belki bu gün toprak altında çürümüş olacaktı. Bütün hayatım zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi de, dünyamı da feda ettim. Helal olsun … çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin, yahut birkaç milyon, belki daha ziyade kişinin imanını kurtarmaya yetti…”
Gülen’in dedeleri de said-i kürdi’ye yakın yerlerden Erzurum’a göç etmişler. Gülen’in bütün derdi manevi olarak bağlı olduğu adamın intikamını almak, gizlediği saklı amacı ise bir Kürt devleti kurmaktır. Nitekim dış ilişkileri, son derece güçlü siyasal, gizli örgütsel ve istihbarat teşkilatı ile bağlantıları olduğu intibaını uyandırmaktadır.
“Haddimi aşarak ben de aynı şeyi söylüyorum. Beş on insanla cihanı fethetmemiz mümkündür. Kaldı ki o büyük zatın (Bediüzzaman) açtığı çığırın mahiyeti bugün ortadadır. Ve şimdiye kadar olanlar da, ileride olabilecekleri ihtar mahiyetindedir. (Fasıldan Fasıla-2, sf. 198)
“…ülkenin her köşesinde en utandırıcı tehcirlerin yaşandığı … o kapkara günlerde, Bediüzzaman hâzik bir hekim edasıyla … kendi kendimize esaretlerimizi hatırlattı… tekye, zaviye, mektep ve medresenin bütün varidatını başımızdan aşağı döktü. (a.g.e., sf. 202-203)
diyerek onun bir tarikatçı olduğunu ifade ediyor.
“Evet, Bediüzzaman …her tarafta İslami ve milli değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, …rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştur. O, upuzun ve karanlık yılların…” (a.g.e., sf. 203) deyip devam ediyor.
“…Koskoca bir milletin mahv ve izmihlâline göz yumup lâkayd kalmak bu aslan yürekli insanın tabiatına zıttı.” (a.g.e., sf. 207)
“Eğer Bediüzzaman, soluk soluğa ülkenin dört bir yanına mesajlarını sunduğu zaman, onu anlayacak birkaç yüz aydın, düşüncelerinde ona destek olabilseydi…” (a.g.e., sf. 207)
“Bediüzzaman hazretleri, ‘benim hakiki talebelerimden bir tanesi bir yere girmişse, ben o yeri o talebem sayesinde kendi hesabıma fethedilmiş bilirim’ diyor. Buna göre, bir okula gelip giden arkadaşımız var da, o okulda hâlâ başka düşüncede olan insanların mevcudiyetine rastlanıyorsa, o insan talebeliğini bir kere daha gözden geçirmelidir.” (Prizma-2, sf. 18)
“Risale-i nurlarda olduğu gibi, onların gölgesi sayılan Kalbin Zümrüt Telelerinde’de (F.Gülen’nin kitabı) hedef göstermenin yanı başında, o hedeflere ulaşmak için temel esaslar verilmeye çalışılmıştır.” (Prizma-2, sf. 3)
“Risaleleri eğer hakkıyla anlasaydık, medrese ve tekyelerden bekleneni verirdi” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 206)
diyerek risaleleri övmekte, kendi kurmuş olduğu ışık evlerinde de ve daha önceleri kurduğu kamplarda daha birçok başka dersle birlikte bu risaleleri tedris ettirmektedir. İşte bu risalelerin yazarı said-i kürdü 1960 yılında Emirdağı’da 60 bin kişiyle birlikte yeşil bayrak açmasının ardından gelen günlerde bir mucize göstermek kabilinden müritlerine şöyle demiştir: “Ben Urfa’da öleceğim. Üç gün müddetle naşım bozulmayacak. Bana bağlı olanlar gelip beni tavaf edecekler. Akabinde üçüncü günün sonunda defnedileceğim.” 27 Mayıs ihtilâlinden kısa bir süre önce ölen Said-i kürdi mucizesini yapamamış, sabaha karşı öldüğü Urfa’yı öğleden önce leş kokusu sarmıştır. Edememişler öğleye varmadan onu apar topar toprağa vermişlerdir. Said-i kürdi (nursiye) bağlı olanlara bu durum hatırlatılıp, efendilerinin mucizesinin sökmediği söylendiğinde hiçbir cevap verememektedirler.
DAVA:
Gülen’in ilk davası hocası said-i kürdinin intikamını almak, ama asıl gayesi de bir şeriatçı Kürt devleti kurmaktır. Bunun için
“Eğer elimde imkan olsaydı, her birinizin içine, evinizin yolunu unutturacak şekilde ızdırap ekerdim…Yapar ve her birinizi dava düşüncesiyle deli etmeye çalışırdım.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 141)
davada münferit hareket edilmemesini, dayanışmanın şart olduğunu,
“İslam davası bugün bizden çok daha fazla fedakarlıklar beklemektedir”(Fasıldan Fasıla-3, sf. 5) diyerek
“artık Ramiz hocanın oğlu değilim. Kaderim, sizin kaderinizle, davanın kaderiyle bütünleşmiş. Bu safhadan sonra benim münferit kararlar vermem ve o kararlara göre davranmam açık ya da kapalı hizmete ihanet sayılır. Vereceğim yanlış kararların riski bütün bir cemaata râcî olur…” (a.g.e., sf. 69)
demekte, örgütünün elebaşı olarak sorumluluklarının altını çizmektedir.
“Biz bugün müslümanlar olarak çok ağır bir mesuliyetin altında bulunuyoruz. Bir dönemde sabahe gibi seçkinlerle temsil edilen bu dava, bugün, cılız iktidarımıza rağmen, ilahi bir ihsan olarak omuzlarımıza yüklenmiş durumda.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 63)
Görülüyor ki, kendini İslam devletini yeniden kurmak misyonu ile görevli kabul ediyor.
“…dava insanlarının münferit hareket etmeleri son derece sakıncalıdır… davaya zımnî ve kapalı bir ihanettir.”(Fasıldan Fasıla-3, sf. 69)
“Ben yıllardan beri bu davaya sahip çıkacak insanların gençlerden teşekkül etmesi için rabbime dua dua yalvardım.” (a.g.e., sf. 96)
“O halde gelin, Allah aşkına; şu İslam ve kur’an davasında, hem de her seviyede elemana çok ciddi ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, aynı çizgiyi paylaştığımız insanların kusurlarını araştırmayalım.” (a.g.e., sf. 20)
Yeter ki davayı hedefimize ulaştıracak şekilde yürütelim diye bas bas bağırıyor.
Bütün teşkilatına da “Başyücelerin Amentüsü” adını verdiği bir de and içtirmektedir. Şöyle ki;
“Mukaddes dava ve mefkuremizi, nefsanî ve cismanî her arzunun üstünde tutmak, onu bütün beşeri istek ve iştihalara tercih etmek, gerçeği bulup bildikten sonra umum sevdiklerimizi ve gönül bağladıklarımızı feda edecek kadar kararlı olmak, yüce mefküre adına en tahammül fersa hadiseleri göğüsleyerek, gelecek nesillerin saadetine giden yolları açmak, maddi manevi bütün hazlardan sıyrılarak yaşamayı başkalarının mutluluğu içinde ele alarak hizmette önde, ücrette arka saflarda bulunma felsefesiyle makam mansıp mücadelesinden kelepir sevdasından uzak kalmak bu mesleğin icmali esaslarıdır.” (a.g.e., sf. 106)
Böylece dava uğruna bir nevi tariki dünya olmuş bir serdengeçti insan grubu yetiştirmekte ve şöyle demektedir;
“Hz. Bediüzzamanın hizmet anlayışına göre eğer bir beldede onun bir talebesi varsa, orası, İslam düşüncesi hesabına fethedilmiş demektir… Bu ise sahabelerin ilkleri gibi, davayı hayatının gayesi bilmekle gerçekleşecek bir husustur.” (a.g.e., sf. 227)
GELİR KAYNAKLARI:
İslam davasının gelir kaynaklarını çeşitli yollardan oluşturmaktadır.
“İslama ciddi bir dava şuuru ile uyanan insanlar kırkta bir zekat ile hiçbir şey yapamayacaklarını bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. İslam davası bugün bizden çok daha fazla fedakarlıklar beklemektedir. Nitekim bu düşünceye uyanmış nice kudsi dava erleri vardır ki, hizmeti o ölçüde götürmektedirler. Bugün birer ümit kaynağıdır bu insanlar. Evlerinin, arabalarının, fabrikalarının anahtarını, tapularını getirip hizmete takdim etmekte ve istediğiniz yere kullanın demektedirler.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 57)
Bir başka yerde ise bu finans kaynakları için;
“…halka çeşitli vesilelerle müracaat ettik. Onlar da destek verdiler.” (a.g.e., sf. 75)
Kendine bağlı olanları;
“Mümin mutlaka bir yolunu bulmalı ve mutlaka zengin olmalıdır.” (Prizma-2, sf. 33)
diyerek müritlerini zengin olmaya neredeyse mecbur etmektedir. Bugün için çeşitli kuruluşlar yoluyla kontrol ettiği sermaye de katrilyonlara gelmiş olmalıdır.
Örgütlenmesinin önemli bir yanını vakıflaşma teşkil etmektedir.
“Vakıf düşüncesi: Açılmış yüzlerce imanı-hatip, kuran kursu, camiler ve bu müesseseleri besleyecek varidat kaynakları bu düşüncenin tecessüm etmiş şekilleridir. Bunların yanı sıra…okullar, yurtlar, pansiyonlar vardır.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 202-203)
PROPAGANDA:
Bütün bu kurmuş olduğu geniş organizasyonla çeşitli propaganda vasıtalarını kullanarak çok geniş bir yelpazeyi hedeflemekte ve adım adım yürümektedir.
“…biz tv, radyo, gazete ve dergilerden oluşan basın yayın yoluyla dinimize hizmet etmeyi bir yol, bir metod olarak benimsemişiz”(Fasıldan Fasıla-3, sf. 95)
diyerek, dinleme mevkiinde olan herkese İslamı anlatmanın farz olduğunu tekrarlamaktadır. Telkinlerin çocuk yaşta daha iyi sonuç vereceğini, gençleri ancak gençlerin daha iyi etkileyeceğini, muhatabın iyi tanınması gerektiğini, yeni gelene nasıl davranılması gerektiği öğretilmektedir. Kendisine bağlı evlerde teyp ve video kasetleri dağıtılmakta bununla beyinler yıkanmaktadır. Bir video kasetinde söylediği “daha önce kolay ağlayamıyordum şimdi ise alıştım, istediğim an kolayca ağlayabiliyorum” diyerek kendi sahtekarlığını en büyük propaganda aracı olarak kullanmaktadır.
“1995 yılını yaşadığımız şu günlerde artık Allaha binlerce hamd-ü sena olsun, hocamızın sohbetleri gerek teyp, gerekse video kasetine kaydedilmekte ve hemen herkese bu sohbetlerin intikali sağlanmaktadır. (Fasıldan Fasıla-1, ÖnsözXXV. Ahmet Kurucan, s.6. 1995)
“…bir ay gibi kısa bir zaman dilimi içinde Fasıldan Fasıla’nın aranır bir kitap olması ve 22.000 adet satması” (Fasıldan Fasıla-2 Önsöz, Ahmet Kurucan)
adı edilen bu olay, nasıl bir iletişim ağının kurulduğunu göstermektedir.
“İnsan kazanma: Arkadaşların maddi açıdan desteklenmelerinin bu problemleri önleyeceği… Böyle acayip bir zamanda… namaz kılan, oruç tutan… arkadaşlara değil iki burs, canlar bile verilse azdır. Arkadaşların yakın takibe alınması şarttır. Ayrılma emarelerinin görüldüğü anda üzerine gidilmesi…” (a.g.e., sf. 113)
Saflarında inanç olarak sallanan gençlere ise şu metot uygulanmaktadır;
“Bunun için de ülfete düşenlere, afaki ve enfüsî sağlam bir tefekkür; ölüm ve ahirete ait levhaların düşündürülmesi, çeşitli hizmet müesseselerinin gezdirilip gösterilmesi; dini ve içtimai bir kısım vazifelere zorlanması… Ayrıca böylelerine mâzinin altın sayfaları sık sık mütalaa ettirilerek şanlı geçmişlerimizin nazara verilmesi; kendilerini yenilemelerine zemin hazırlanmalıdır.”(Asrın Getirdiği Tereddütler, sf. 208) “Şüpheye düşen birisi için şu hususlar üzerinde durulmasında fayda vardır. Böyle birisi, bir marifet ehline gitmeli ve götürülmelidir. Böyle bir müdahale sayesinde tedaviyi kolaylaştırma ve şüpheyi giderme önemlidir. Ayrıca şüpheye düşen kimse, düşünce ufku aydın… kimselerle sık sık görüştürülmeli…dir. Yurt içinde ve yurt dışında, düşüncemizin yürekten temsilcileriyle… görüştürülmesi çok defa bin nasihatten daha tesirli olabilir.” (a.g.e., sf. 153-154)
HEDEF:
Hizmetin askeri disiplin, plan program, fedakarlık, sabır, fırsatları kullanma, sorumluluk istediğini belirtir. Hizmetin şahsa göre olması gerektiğini söyler.
“Nefer; Din-i mübin-i İslama hizmet eden herkes neferdir. Dolayısıyla bu hizmette askeri disiplin çok önemlidir.”(Fasıldan Fasıla-1, sf. 125)
Herkese kabiliyetine göre iş verilmelidir ve her ferde mutlaka bir vazife verilmelidir.
“Bu mesuliyetin yerine getirilmesinde hayatımız bile söz konusu olmayabilir. Esasen bu mukavelenin önemli bir buudunu da ölümü göze almak teşkil etmektedir.”(a.g.e., sf. 114)
diyerek bunu bakara suresinin 40’ıncı ayeti ile de destekler.
Hedefinin bir safhasının ne olduğunu bakınız nasıl açıklamaktadır;
“Komünizmanın her sahada bitişi ve tükenişi sistem arayışını daha da hızlandırdı. …şimdi eğer topyekûn insanlığa ait bir boşluğu biz, inandığımız din ile dolduramaz ve bunu kısa zamanda gerçekleştiremezsek… Bu sebeple de daha hızlı bir tempo ile çalışmamız gerekmektedir….ve az dahi olsa durmak hatadır.” (a.g.e., sf. 168)
Türkistan’daki kendi cemaatındaki kişilerin Türkiye’deki ağabey adını verdikleri kişilere gönderdikleri ve Türk Cumhuriyetleri’ndeki asıl niyet ve amaçlarını gösteren mektuplarından birinde şöyle söyleniyor;
“Muhterem Ağabeyler, biz de bütün kardeşlerimizle birlikte Hazreti Üstadımızın bu duasıyla mübarek günlerinizi ve ramazanınızı tebrik ve tesid eder…
Buradaki Meylam Firdevsi rüyasında Türkiye’ye gitmiş, bir büyük dershanede nurani yüzlü bir zat Özbekistan’dan geldiğini öğrenince “Kardeşim! Risale-i Nur Özbekistan’da bir güneş gibi doğdu, Hz. Üstadın her bir talebesi bir güneş gibidir. Kıymetini biliniz demiş…
Hakikaten bu nur güneşinin tesiri yalnız Özbekistan’da değil, Kırgızıstan, Kazakistan ve Türkmenistan’da da görülür.
Mülk bir dershane ihtiyacımızı daha evvel size arz etmiştik. Sizden gelen 4000 dolar buradaki iştiraklerle 11.000 dolara tamamlandı. Üç kiralık dershaneden başka iki de hanımlar dershanesi var…
Ayrıca her iki cemaatın ev dersleri bir hayli çoğaldı.”(Yeni Hayat Dergisi, 1999 Haziran, “Fethullah Gülen’in Orta Asya’daki Okullarının Gerçek Yüzü”, sf. 25-28)
Çağ ve Nesil-1 kitabının 25’inci sayfadaki;
“Sen! Kalk! Tarihinin boynuna vurulan bu korkunç kemende bir kılıç indir; … Ve milletin kalbinde bir ödem gibi tümsekleşen irin yuvaları birer birer dağılmaya başladı! Ya, özünden doğan gerçek aktifiteyi ve son kararı duysa ve görselerdi. Biz bütün bir millet olarak dolu dolu gözlerle bu mutlu kararı hecelemekte ve karar gününü gözlemekteyiz.”
Hedefini ise;
“Buhari ve Müslim’de zikredilen bir hadisi şerife dayanarak diyoruz ki; müslümanlar er geç bir gün mutlaka hakim olacaklar.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-2, sf. 58)
şeklinde belirtmektedir.
“Evet, tırmanma şeridindeyiz; yükümüz çok ağır ve zirvelerde bizi görmeye tahammülü olmayan bir sürü hasmımız var.” (İnancın Gölgesinde-2, sf. 234)
“Plan ve programlar önce tasavvurla başlar. Sonra akıl sürecine girer ve birer birer düşünce ve fikir olurlar. Sonra bu düşüncenin hayata geçirilmesi için vasat ve ortamın müsait hale gelmesi şarttır. Demek oluyor ki, meselenin bir düşünce ve fikir olarak hazırlanması, bir de düşünce ve fikirlerin hayata geçirilmesi yönleri var. Biz bunların bütününe plan ve program diyoruz. Her ciddi aksiyon ve hamle, hep böyle bir plan ve programın ürünü olduğu sürece yararlı ve kalıcı olmuştur.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 119)
“Birisi irşadda muvaffak olduğu halde, cephede hiç iradesi yoktur. İrşaddaki başarısına bakıp da cephede vazifelendirirseniz, büyük bir fiyasko ile karşılaşırsınız. Binanaleyh bu hizmetin başarısı için insanlar iyi tanınmalı ve sonra istihdam edilmelidirler.” (a.g.e., sf. 140)
Planını programını taa 9-10 yaşından başlayarak yapmış birisi var ortada. Bir kurmay subay gibi kendine bağlı kişileri tek tek cephede mi, başka yerde mi vazifelendireceğine kadar ince ince hesabını yapan birisi!
Bakınız örgüt elemanlarına hangi talimatları veriyor.
“Hizmette önde olan arkadaşlar her an kendi durumlarını gözden geçirmekle beraber, hizmet içindeki her şahsı, mutlaka kabiliyetlerine göre vazifelendirmeyi de ihmal etmemelidirler. Vazife bizim hayatımızdır… Bu itibarla her bir ferde, önce bu işi planlayanlar tarafından mutlakabirer vazife tevdi edilmelidir.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 149)
Nasıl bir vazifesi olmalı ki şu aşağıdaki fikri öne sürebilsin;
“Bazen, hizmetimiz adına yüklendiğimiz işlerden dolayı öylesine bunalıyoruz ki noktalansın şu hayat, ölümün kollarında diyesiniz geliyor. Fakat birden emanetin, o’nun olduğu inancı ile irkiliyor ve bu düşünceyi büyük bir saygısızlık olarak görüyoruz.” (a.g.e., sf. 150)
Kadrolarına hedefe varma ile ilgili söylediği şu sözler ne ince bir taktik eseridir;
“Günümüzde, kaderin cilvesi olarak gözde ve gönülde bir hayli hizmet eri var. Bunlar kabiliyet ve liyakatlarını aşan önemli sorumluluklar altında bulunuyorlar… bazen hizmetteki konumu itibariyle olmazsa olmaz bir yerde bulunan arkadaş, eğer değişik mulâhazalarla bir kenara çekilse, öyle zannediyorum ki, bu davranışıyla sevap değil ihtimal günah bile kazanabilir. Çünkü daha yapılması gereken dünya kadar iş var. Alttan gelen kadro ise henüz bu işleri yapacak, hem daha iyi yapabilecek kapasitede değil… Bu itibarla bizim bütün düşünce ve davranışlarımızda hizmet gemisinin yürümesi hedeflenmeli… (her ne sebep) bu hedeflere ulaşmayı geciktirirse, bundan … vazgeçmelidir.” (a.g.e., sf. 345)
Bakın bu hedefi Fasıldan fasıla-3 kitabına Önsöz yazan Ahmet Kurucan nasıl tarif ediyor:
“Yeniden İslama dönüşün yaşandığı zaman diliminde Türkiye’de bu gelişim ve değişimin öncülerinden olan M. Fethullah Gülen Hocaefendi ve onun yol gösterdiği çizgide hareket eden gönüllüler topluluğu…”
“İstidatlı, metodolojiye açık, sistemli çalışabilen, mesaisini iyi tanzim eden, müşahedelerini iyi değerlendirebilen, aklını iyi kullanabilen, haber-i mütevatirden çok iyi istifade eden insan sayısının artması ölçüsünde HEDEFE ULAŞMA kolaylaşır.” (a.g.e., sf. 194)
Ne yapacaksın bu kadar çok bu vasıfta insanı? Gayenin düzeni değiştirmek olduğu daha nasıl anlatılsın ki.
“Gelecek nesil için: İkinci dünya savaşında Hitler, … nasıl arkadan gelenler üzerlerinden geçebilsin diye tankların bazısını bataklıklara yığmışsa, aynı şekilde bir nesil de, arkadan gelen nesillerin kurtulması adına kendini feda etmelidir. Türkiye’de şu anda yaşanan süreç budur.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 110)
Hani bu adam barışçıydı? Bu adam ve örgütünün Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Atatürk ile şimdilik gizli bir savaş içinde olduğu hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar açıktır. Yukarıdaki ifade ise bunun bir zaman açık savaş halinde tezahür edebileceğini belirtiyor.
Şöyle ki;
“Bu mesuliyetin yerine getirilmesinde hayatınız bile söz konusu olmayabilir. Esasen bu mukavelenin önemli bir buudunu da ölümü göze almak teşkil etmektedir. İşte konuyla alakalı kur’an ayeti: ‘Allah müminlerin mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, öldürülürler.’ Bu tevratta, incilde ve kur’anda Allah üzerine bir hak bir vaaddır. Ahdini Allahtan daha çok yerine getiren kim olabilir? O halde, o’nunla yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinin. Gerçekten bu büyük bir kazançtır.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 124)
“Girin bu sorumluluk altına ve asırlardan beri yaşanan bir hayatın vebalinden kurtarın neslimizi… kurtarın çağınızı… çağınızın insanlarını.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 98)
“Evet Avrupa İslama gebedir ve yakında hamlini vaz’edecektir. İslam dünyasında ise doğum tamamlanmak üzeredir.” (Sonsuz Nur-1, İnsanlığın İftihar Tablosu, sf. 234)
“Medine döneminde ise, iktisat ve içtimaiyata, hukuk ve muharebelere ait meselelerin gündeme geldiğini ve bir site devletin kurulma çalışmalarının başladığını görüyoruz. Bütün peygamberler için değişmeyen bu kanun, başka hiçbir devirde de değişmeyecektir.” (İnancın Gölgesinde-2, sf. 207)
Demek ki kanun İslami bir devlet kurmaktır. Mesele bu kadar sarih.
“Şu anda …Anadolu topraklarında hızla öze dönüşün yaşandığı yeni bir diriliş döneminde sayılırız. Bu diriliş toplumun bütün ünitelerinde birlikte yürüyor.”(Fasıldan Fasıla-3, sf. 181) diyerek bakınız nasıl bunu tarif ediyor.
“Zaman lehimize çalışıyor: Hiç şüpheniz olmasın zaman müslümanların lehine işlemektedir. Şimdilik net olarak keyfi ya da kemmi bir buudumuz yoksa da, nasıl anne karnında ceninin doğmasına –olağan üstü şartlar dışında- kesin gözüyle bakılıyorsa, öyle bizim durumumuz da şu anda artık doğuma yaklaşmış bir cenin gibi kabul edilebilir. Evet bir millet, bugün olmasa da yarın, mutlaka sorumsuz insanların elinden dünyanın idaresini almak zorundadır.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 112)
KURDUĞU ORDU:
Bütün bu hedeflere İslami ordu, Fecir ordusu, Işık ordusu veya mücahitler dediği insanlarla ulaşacağını hesap etmektedir.
“Efendimiz Mekke’de peygamberliğiyle ilk zuhur ettiği dönemde bile etrafında boğazlanmaya hazır mücahitler vardı.”(Fasıldan Fasıla-2, sf. 142-142)
Bu orduyu bir başka yerde;
“Evet, Sezai Beyin ifadesiyle fecr ordusu artık gün yüzüne çıkmıştır. Bu kutsi davaya omuz verecek genç ve dinamik kadro iş başındadır.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 97)
diye tarif etmiştir.
“Hasılı, bu gençler topluluğunun bir fütûvvet ordusunun yapacağı daha çok şeyler var.” (a.g.e., sf. 98)
diyerek hedefe mutlak varılacağını belirtmektedir.
“Müminde gerilim, din ve dine ait şeyleri, dini duygu ve düşünceyi aşıkâne arzu etmesi, ızdırap çekmesi hatta bu hususta huzursuz olması, dinin hayata hakim olmasını, başta kendi milleti olmak üzere, insanlığı dini duygu ve düşünceye uyarmayı en büyük emel, hatta hayatın gayesi bilmesidir. Ayrıca küfre küfrana, ahlaksızlığa ve delalete karşı nefret duyup, nefret göstermelidir ki canlılığını koruyabilsin. Aksine az gevşeklik gösterdiği takdirde din adına bir şey yapamaz.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-2, sf. 139)
“Öyleyse geleceği kucaklamayı planlayanlar, oturup o’nu bekleyeceğine, kendilerini ona asker olarak yetiştirme gayreti içine girmelidirler. Tâ ki geldiğinde hazır olan askerinin başına geçebilsin.” (Prizma-1, sf. 25)
“Dosta itminan, mütehayyire ikna, düşman ve müfterilere ilzam (susturma) ve iskât (yoketme) mesajı…” (Sonsuz Nur-1, İnsanlığın İftihar Tablosu, sf. 1)
Bir kısım insanlara bulduğu tanım kobradır.
“Kobralara Merhamet: Bu itibarla, müslümanlara taarruz eden kimseleri affetme kobralara merhamet olsa da, insanlığa zulümdür.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 93)
Bu dönemi ise şöyle tarif eder:
“Bu dönem diğer dönemlerde olduğundan fazla mağrem ile mağnem’in at başı olduğu bir dönem.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 82)
Mağremin anlamı “diyet ödenmesi gereken” demektir. Mağnem ise “düşmandan ele geçirilen mal” demektir. Böyle Osmanlıca terimler kullanarak bu dili anlayan kurmaylarına vaazlarında mesajlar vermektedir. Diyet ödenip, ganimet elde edildiğine göre Fethullah Gülen ve ekibi büyük bir savaş içinde bulunuyor demektir.
KADRO:
Ordu ya da kadro elemanlarını 40 yıl önce yetiştirmeğe başladığını söylüyor.
“1960 senesi yaz döneminde kamp yaptık. Hepimiz 70 kadardık, ikinci ve üçüncü kamplar daha kala-balıktı. Hatta üçüncü sene her an üç yüz kadar talebe bulunuyordu.” (Küçük Dünyam, sf. 105)
“Talebenin aklı, ruhu, kalbi terbiye edilsen diye kamplar kuruluyordu.” (a.g.e., sf. 116)
Devam ediyor;
“Kamplarda okunan kitaplar, Arapça tedrisat, orayı adeta bir medreseye çeviriyordu …kamplarda askeriyenin disiplini, tekkenin edebi ve medresenin ilmi bütünleşiyor ve hayalimizdeki …dünyaya ilk adım atılmış oluyordu.” (a.g.e. sf. 122)
Kamplarda yapılan ama burada söylenmeyen şeyler de vardı. Askeri eğitim ve yakın döğüş, uzak doğu sporları. Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde ortaya çıkan tablo Cumhuriyet için büyük bir tehdittir. Ve işte o kamplardan bu günlere, sayıları binli rakamlarla ifade edilen kadrolara, her mahallede bir ya da birkaç ışık evine kadar gelindi. O zamanın kamplarında hedefi şöyle belirtiyor:
“Disiplinli ama ruhaniyetli insanlar yetiştirmek tek gaye ve hedefimizdi… Gece yürüyüşleri, gündüzleri koşular, yat-kalklar hep bu hedefe yönelikti.” (a.g.e., sf. 124)
“Arkadaşlarımız Türkiye’nin her yerinden istedikleri talebeleri gönderiyorlardı.” (a.g.e., sf. 122)
Gülen bu kadroları şöyle tarif etmektedir;
“Yeryüzünde her zaman, İslami hizmeti omuzlayacak bir hasbiler kadrosu olmalıdır, …bu fedailer, insanlığa hakiki bir tebliğcinin nasıl olması gerektiği dersini de vermelidir. İşte hayallerimi süslediğim KADRO ve işte BÜYÜK DAVA’nın büyük hamleleri… Bu millet şimdi artık lafa değil, yaşantıya bakıyor.” (İrşad Ekseni, sf. 109).
Bu kadroların davranışlarını ise şöyle belirtiyor;
“Son günlerde yüzlerce arkadaş şahadet için bu fakirden dua istedi.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 70-71)
Bunların ise ruh hallerini şöyle tarif ediyor;
“Bir asrı aşkın zamandan beri çeşitli zulüm, mağduriyet ve haksızlıklar altında sürekli inleyen bu kuşak, öylesine bilenmiştir ki, çok yakın gelecekte o, polatlaşan ruhuyla, kendine bu mezelletleri reva görenlerin karşısına dikilecek ve mutlaka onlarla hesaplaşacaktır.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 15)
Kendisinin kadrosuna güvenini ayrıca şöyle ifade ediyor;
“5-10 insanla cihanı fethetmemiz mümkündür.” (a.g.e., sf. 198)
“Fakir (yani kendisi) her zaman geçmişe sığınıp onun hülyaları ile yaşayıp ve geleceği de onun üzerine karınca kararınca bir dantela gibi örmeyi gaye-i hayal edinmiş biri olarak bir neslin yetişmesi için çok başarılı olmasam da hep çırpınıp durdum. Yıllar ve yıllar hep genç nesiller arasında, selef-i salihin ölçüsünde geleceği kucaklayarak, insanlar arasında durdum.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 30)
“Ben bütün dengelere başkaldırarak başkalarının arkalarından koştuğu şeyleri ayağının ucuyla bir kenara itecek insanlığın iftihar tablosunun beyanı içinde dininden, diyanetinden dolayı kendilerine deli denecek 5-10 insan istiyorum… Ne olur Allahım! Senin hazinelerin geniştir. İsteyene istediğini ver; bana da bu ölçüde 5-10 insan. N’olur Allahım! (a.g.e., sf. 127)
Neden istiyordu bu 5-10 tam militan insanı? Bu 5-10 insanı örgütünün temeli yapacak. Bunları çoktan bulmuş olmalı ki, kurduğu örgüt kendi ifadeleriyle;
“…evet sizler henüz hizmet itibariyle 18 yaşında sayılırsınız (1978’den itibaren). Buna karşılık, hizmet düşünce ve sistematiğimizi kabullenip sahip çıkanların adedi ve bu düşüncenin ulaşmış olduğu coğrafya itibariyle hadiseye bakacak olursanız, bir açıdan Osmanlıdan çok çok ileride olduğunuz rahatlıkla söylenebilir.” (a.g.e., sf. 106-107)
Bu sözleri söylediği zaman 1994 yılı olduğuna göre, bir de o zamandan bu yana eklenenleri düşünürsek eğer, faaliyetlerinin tehlike boyutlarını da hangi ölçüde aşmış olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.
“Zira din adına en büyük aksiyon sahibi şahsiyetleri yetiştirmek senin bu gayretine bağlıdır.” (İrşad Ekseni, sf. 42)
“Bizler geleceğin mimar ve kurucularını, meseleleri çıkış noktalarına, sebeplere göre değil, gayelere göre mütalaa edecek yüksek himmetli bir kadro olarak düşünüyoruz.” (sf. 30)
“İnsanlığın gelecekte alacağı cebri-keyfiyet, hele içinde bulunduğumuz dünya itibariyle bizi o türlü dikkat ve teyakkuza zorluyor ki, şu anda aceleden vereceğimiz herhangi bir kararın, ileride telâfisi imkansız hatalara sebebiyet verme ihtimali vardır.” (Çağ ve Nesil-1, sf. 30)
“Ben şu yirminci asırda, din-i mübin-i İslama sahip çıkan delikanlıları sahabinin velayetine mazhar görüyorum.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-1, sf. 183)
“Evet artık yatarken şakakları zonklayanlar çoğalmıştır. Bugün insanlığın ve imansızların ızdırabını ruhunda yaşayan binlerce genç vardır. … büyük davanın altına girmeye azmetmiş, onlara (sahabilere) denk işler yapma gayreti içinde yepyeni bir nesil terütaze ümidden mesajlarla hizmetteki yerlerini almaya çalışmaktadırlar.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-3, sf. 73)
“Hemen her alanda büyümemizin, sebepler planında garantisi olan faaliyetleri bu kudsiler kadrosu gerçekleştirme yolundadır.” (Prizma-2, sf. 74)
“Evet, her ferd, ben niye fiili mücahedenin önünde, ön cephede, ölüm ilk defa kendine gelecekler arasında… yerini alamadım dememesi ve bu teessürü vicdanında duymaması için şimdiden kendini şartlandırmalıdır. Evet, artık söz değil, hamle ve aksiyon devri.” (Prizma-1, sf. 35)
Eyleme geçeceğini açık açık dünyaya ilan ediyor.
“Halbuki gündem belirlemek ve hadiselerin nabzını elde tutabilmek için, devamlı fikir ve düşünce üreten bir beyin kadroya ve bu düşünceleri pratiğe dökebilecek dinamik insanlara ihtiyaç vardır. Tabii bütün bunlar, bir plan ve program gerektiren işlerdir.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 118-119)
IŞIK EVLERİ:
Bu aksiyon sahibi insanların yetiştiği yerler ise “ışık evleri”.
“Evet, Fethullah Gülen Hocaefendinin tavsiyeleri istikametinde aynı inanç ve aynı duygu ile aynı hedefe yürüyen bu gönüllüler topluluğu, bu ‘ışık ordusu’ bugün toplumun ilgi odağı haline gelmiş bulunmaktadır. Evet bu topluluk Hocaefendinin yolgöstericiliği ile …her türlü zorluklara göğüs gererek … bir büyük hedefi gerçekleştirme peşindedir.”(Fasıldan Fasıla-3, Önsöz I.J. Ahmet Kurucan).
-Nedir bu hedef? Tabii şeriat devleti!
Bir başka yerde Gülen şöyle söylüyor;
“Evet, işte o dönem temelleri atılan ışık evler, o ışık evler üzerine bina edilen büyük kompleksler ve dünyanın yedi bucağına açılan okullar, yurtlar, pansiyonlar, hep bu ilk’lerin izinden giden insanların gayretiyle oldu… bu insanlar “gidin” denilen yere gidiyor, “verin” denilen yerde de veriyorlardı.” (a.g.e., sf. 151)
Demek şimdi bu insanlara vurun deyince vuracaklar, “öldürün” deyince öldürecekler, “öl” deyince de ölecekler. Tehlikenin boyutunun kendi dilinden ifadesi.
Çağ ve Nesil-5, Günler Baharı Soluklarken adlı kitaba Önsöz yazan M. Garib bakınız ne diyor; "Birinci cihan harbiyle batıp giden İslam devleti, zamanın ana rahminde yepyeni bir tarihi doğuşa hazırlanıyor. “Işık Evler”le giriyoruz kitabın sırlı dünyasına. Bu evler kutsi bir programın yürürlüğe konduğu ruh oluşum ocaklarıdır. Bu medeni yapının planı kur’an, mühendislik merkezi mabedler, mektepler ise evler, çarşılar, pazarlar, köyler, kasabalar ve şehirlerdir… bu evlerin mayaladığı yeni bir mevsime hazırlanıyoruz”
Kitabın önsözünü yazan M. Garib hocası gibi sözü çok gizleyemeden ağzından kaçırıyor. Demek ki yeni ya da eskinin devamı İslam devletinin kurulması yakın!?
Bakınız aynı kitabın 1-10’uncu sayfaları arasında ışık evleri için neler söyleniyor?
• “Işık evler, ışık süvarilerinin kışlaları, hak erlerinin halvethaneleri…dir.” (sf. 1)
• “Bu ışık yalılarının iç yapıları ve derinliklerinde Allah onların (diğer binalardan daha ziyade) yükseltilmelerine (herşeyden yüksek, yüce) isminin oralarda anılmasına (dört yandan yükselen yasak velvelelerine rağmen)izin verdi...içlerinde sabah-akşam onu tesbihlerle yâd eden öyle yiğitler var ki.” ( sf.2)
• “Işık evlerde hava kararıp, gece o sihirli atmosferiyle her yanı sarınca, birdenbire herşeyin dili ve edası değişir;… açık beyan yerini remizlere, işaretlere bırakır… ve evin içi, sabah saatlerinde güneşe uyanan koca bir kovana döner… derken sırlı ve sihirli gelip gitmeler başlar. Çiçek-kovan arası gelip giden arılar gibi, ışık almak, ışık vermek ve nurdan düşüncelerle petekler örmek için.” (sf.4)
• “Işık evler, gelmiş geçmiş mukaddes binaların en velûdu, en doğurganıdırlar; oralarda ışığa uyanan herkes, hemen karanlıkla hesaplaşmaya geçer ona karşı kıyam eder ve bu duygusunu da her yerde bir mum yakmak suretiyle hayata aktarmağa çalışır. Bu itibarladır ki, ışık evlerin çoğalıp gelişmesi, tasavvurlar üstü ve hendesidir… onları yakın takibe alan dış kaynaklı sapık zihniyetler, birer tecelli sırrıyla zuhur eden bu aydınlık evlerin çoğalma hızını engelleyemez ve onların önünü kesemez. Ortaya çıktıkları günden bu yana, gecelerin en karanlık anları bile, onların sesini kesememiş ve susturamamıştır… bu gönül erleri Cibril soluklarıyla yay gibi gerilmişlerdir.” (sf. 5)
•“Belli bir döneme kadar birer birer, ikişer ikişer çoğalan ışık evler, mübarek bir zaman diliminde birdenbire hendesi katlanmaya geçer ve onar onar, yirmişer yirmişer artmaya başlar…” (sf. 9)
• “Artık küçük evlerin yanında her şeyiyle tam tekmil dev müesseseler de…” (sf.10)
“Bu ışık evlerin kendilerine has özellikleri vardır. …üstadın “Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” dediği türden yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsi mekanlardır.” (Prizma-2, sf. 12)
“İşte bu ışık komplekslerinde yetişen ruh ve mana erleri, ruhda, manada dünya fethine giden bu yolda Allahın varidat adına kendilerine vermiş olduğu ışıkları, bomboş dimağlara boşaltarak onları mamur edeceklerdir. Öyleyse bu evler, yolsuz-yönetimsiz, değişik cazibe merkezlerine göre kendini şekillendiren şabloncu nesillerin mamur edilip kendi ruh ve mana köklerine dönmelerini sağlayan birer tezgah veya birer mekteptirler.” (Prizma-2, sf. 13)
“Bugün dünyanın yedi bucağına hak ve hakikati götürmeyi düşleyenler, feyz-i akdesin memeleri hükmünde olan bu evlerin füyüzatından beslenmek zorundadırlar.” (Prizma-2, sf. 16)
“Ve öyle anlaşılıyor ki bu ışık evlerin fonksiyonu hiçbir zaman bitmeyecektir. (a.g.e., sf.17)
TEKKE – ZAVİYE – MEDRESE:
Atatürk’ün kapadığı tekke, zaviye, medreseler zaman içinde geri döndüler, her kesimde başka başka adlar alarak faaliyette bulundular. Işık evlerinin militan yetiştiren ev olmasının dışında da hangi fonksiyonu yerine getirdiğini Gülen şöyle belirtiyor;
“Zannediyorum kuruluş gayesine matuf işletildiği müddetçe bu evlerde, bir dönemde tekye ve zaviyelerle ulaşılamayan noktalara ulaşılacak ve buralarda aynı zamanda medrese insanını aratmayan insanlar yetişecektir.” (Prizma-2, sf. 14)
Fasıldan Fasıla-1 kitabının önsözünde Ahmet Kurucan 2.6.1995 tarihinde şöyle yazıyor;
“Her şey 1985 ekiminde başladı. Hocamız “şu koca binayı her gün ben sırtımda taşıyorum…” bu sözler kim bilir kaç kere tekerrür etmiştir. …gelen her yeni kadronun yeni ders kitapları takip etmesi neticesinde ...bir öncekiler, sonrakilere ...ders çalıştırırken hoca oluyor... Okunan eserler: İbn-i Kesir, Fi Zilâl, Buhari ricali, fıkıhtan Hidaye, hadisten Buhari, Ez Zerkaninin Menâhi-lü’l-irfan’ı ile Usul-ü tefsir ve Abdülkadir Zeyda’nın el-veciz’i ile Usul’ü fıkh. Hasanül Benenin risaleleri, Kuseyrinin risalesi vs. vs.”
Bu listenin tamamına söylenen kitapta bakılabilir. Yani Atatürk’ün kapamış olduğu tüm irtica kurumları ve fonksiyonları bugün aynısıyla mevcuttur ve üstelik de şer faaliyetlerini tamamen gizli, çok daha aktif, hedefe yönelmiş, kin ve garezle dolmuş olarak yürütmektedirler. İşte Gülen bu örgütlerde yetişenlere taktik bir emir olmak üzere şöyle sesleniyor:
“Günümüzde İbn-i Erkan evlerinde yetişmeden, sabırla pişip olgunlaşmadan, ÇIKIŞ adına yapılacak her şey tam bir hayaldır.”
Nitekim devrimin kapadığı kurumların özlemini çekerken de tam kendi uslûbundan beklendiği gibi devrimin sahibine dolaylı yoldan küfretmektedir;
“Tekyelere kilit vurulduğundan beri, bize ait musiki de, yeriz-yurtsuz ve gariptir.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 235) “Medrese ne zaman yıkıldıysa millet de o zaman yıkılmıştır.” (Asrın Getirdiği Tereddütler-4, sf. 194)
“Medrese, akli ve şer’i ilimlerin talim edildiği yerdir. O, hem aklı, hem kalbi, hem de vicdanı kanatlandırdığı günlerde gerçekten fonksiyonunu eda ediyordu… Zaviyeler ise efendimizin ruhani hayatının temsil edildiği mukaddes Allah evleridir. Bu evler günümüzde bir kısım evlerin eda etmeye çalıştığı fonksiyonları eda ediyorlardı.” (a.g.e., sf. 193)
“Hususiyle tekke ve zaviyelerin kapatılıp kapılarına kilit vurulduğu bir dönemde, o evlerden beklenen de böyle bir misyonun eda edilmesiydi. Bu evler içinde barındırdığı insanlara fûmun-u medeniye ile beraber ulûm-u diniyeyi de öğreterek, tekye ve zaviye rolünün yanında medrese vazifesini de üstlenmiş olacaktı… Yani bunlar … camiler değil, daha bir belirsiz yerlerdir. Bu evler zuhur zamanı itibariyle de belli değildir. Zaten belirli olamaz çünkü, oraya girip-çıkacak insanlar yakın takiptedirler…” (Prizma-2, sf. 13)
Kendisinin eğitiminin de tekke ve medrese olduğunu;
“Ben medreseye devam ederken de tekkeyi ihmal etmezdim… Zaten ilk gözümü açtığım, ruhumu mayaladığım yer tekkedir. Bende tekke ve medresenin izleri …devam etmiştir.” (Küçük Dünyam, sf. 40)
diyerek belirtmektedir.
Arapça eğitim için;
“Cumhuriyetle beraber Arapça eğitimine karşı tavır alınması, o günün aydınının ve devlet yetkililerinin bir yanılgısıdır.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 203) ve
“Günümüzde ise bu dil (Arapça) imam hatip ve ilahiyatlarda mecburi olmanın yanında bu fırsatlar değerlendirilip talebe mutlaka bu dersi seçmelidir, … özel kurslar tertip etmelidir.” (a.g.e., sf. 204)
“Eğitimde … baskıcı ve dayatmacı zihniyetlerin zorlaması ile kabul ettirilen tedrisat sistemini değiştirecek inkilapçı ruhlara ihtiyacımız var.” (a.g.e., sf. 205)
diyerek kendi açtığı kamplar ve ışık evleri ve şimdilerde açtığı okulların ne oldukları, nelere hizmet ettiklerini belirtmektedir.
Kurmak istediği sistemi ise şu sözleriyle açığa vurmaktadır;
“Bu ilahi beyan, Allaha ve Rasûlullaha itaati, nusretin, kuvvetin, birliğin ve DEVLETİN KAYNAĞI saymaktadır. (İnsanlığın İftihar Sofrası, Sonsuz Nur-3, sf. 20)
Bu sözleriyle açığa vurduğu devlet şekli İSLAM devleti’dir. Osmanlı devleti ile İslam devleti kendisi için özdeştir.
“Osmanlı kuranın bayraktarı bir millettir” (Asrın Getirdiği Tereddütler-1, sf. 220)
“Bir zamanlar milletlere, atının üzengisini öpmek şerefini bir bahşis olarak veren bu millet, emr-i bil maruf yaptığı sürece hep aziz olarak kalmıştır. Ne zaman ki bu vazifeyi terk etmiş, işte o zaman üzengi öper hale gelmiştir.” (İrşad Ekseni, sf. 31)
“Devleti Aliye …sahabe ve tabiin devrinden sonra gelmiş geçmiş en muhteşem bir devlettir ki…” (Sonsuz Nur-1, İnsanlığın İftihar Sofrası, sf. 141)
demekte, hilafete olan özlemini de yazdığı “Kırmızı Mızrap” adlı şiir kitabında dile getirmekte ve “İhtimal ileride bir cemaat hilafeti temsil edecektir” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 222)
demekle de bu makamı kimin temsil edebileceğinin işaretlerini vermektedir.
ATATÜRK VE LAİK CUMHURİYET:
Osmanlıya hiç söz söylettirmezken, Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyet, Atatürk ve sonrası devri için kendi vaazlarında, mümkün olduğu kadar temkinli, müritlerine yazdırdığı kitaplarda ise alenen bütün nefretini, kinini, düşmanlığını açığa vurmaktadır. Tabir caizse kusmaktadır.
Atatürk’ün cumhuriyeti için;
“Osmanlıyı .. eleştirenler kendi tarihlerine baksınlar. 50-60 yıl içinde 600 senede meydana gelen isyanların, başkaldırmaların birkaç katını müşahade edeceklerdir.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 7-8) demektedir. Fasıldan Fasıla-2 kitabının 203’üncü sayfasında bu dönemi “İfritten bir dönem” diye adlandırmaktadır.
“…Yüzelli senedir sefalet solukluyoruz. Son yetmiş senenin halini söylemeğe bile gerek yok… Yok zira böyle bir şey, malûmu ilâm ve israf-ı kelam olur.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 232)
Atatürk için;
“Necip Fazl Kısakürek … bir konferansında “Kabakçı Mustafa, Mustafa Reşit, Alemdar Mustafa …ve daha ne Mustafalar ne Mustafalar” der demez –millet ne anladıysa- salon alkış tufanına boğulmuştu. Ama bilmem ki bu ne ifade ederdi? Oysaki böyle şeyleri dinleme, alkışlama… bir şey olsa da her şey değildir. (a.g.e., sf. 314)
Söylemek istediği apaçıkken her zamanki takiyye yapan, saklanan halini giyinerek bugüne kadar kendisini kanunun pençesinden kurtaran bu adam artık iyice tanınmalı ve hak ettiği kendisine daha fazla bekletilmeden uygulanmalıdır.
Cumhuriyet uygulamaları için;
“…bin yıllık tecrübe bin yıllık hars, kumara verilircesine saçılıp savrulmuş ve bunların yerine yirmi devletten alınan ve herhangi bir tasfiyeye tabi tutulmayan Sanskritçe gibi bir kültür yerleştirilmişti.” (Çağ ve nesil-1, sf. 14)
demekte, bu kişileri de şöyle tanımlamaktadır;
“Bu millet henüz bütün bütün yok olmamıştır. …Dün onun düşmanı sadece salib ve ehl-i salib’dir. Şimdi “la’net ile anılan o cebâbirenin (zalimler) en küstahına binler rahmet okutan firavunlar var sahnede.” (Çağ ve Nesil-1, sf. 88-89)
Bir başka yerde;
“Fazilete arka çevrilip rezaletin peylendiği, sevaba hacir konup günah toptancılığının yapıldığı, iffete kezzap dökülüp haysiyetin dağa kaldırıldığı, tarihin mıncıklanıp geçmişe salyalar atıldığı o uğursuz dönemler…” (Çağ ve Nesil-3, Yitirilmiş Cennete Doğru, sf. 75)
diyerek ve devamında
“…Tarihin hiçbir devrinde hiçbir bahtsız millet bu kadar çok felaketin bu kadar dar bir zamana sıkıştırıldığını görmemiştir. Ey, kinin, nefretin garazın, muhakemesizliğin azat kabul etmez kölesi! Ey, kendi tarihinin sayfalarını kanla kirleten tarihin kanlı delisi…” (a.g.e., sf. 142) sözleriyle kinini ve düşmanlığını kusmaktadır.
Yakın geçmişi tanımlarken;
“Yakın geçmişimiz itibariyle bizim tarihimiz, bir katliamlar, tagallubler, esaretler, tahakkümler ve zilletler tarihi olmuştur.” (a.g.e., sf. 77)
Atatürk devrimleri için;
“…bizdeki …bütün yenilikler, bazı kimselerin, biraz da dış manipülasyon ve baskılarla bir kısım bayağı arzulara hizmetten ibaret kalmıştır.” (Çağ ve Nesil-6, sf. 11)demektedir.
Atatürk ordusuna karşı düşmanlığını ise Küçük Dünyam kitabının 43’üncü sayfasında anlatıyor. Aynı kitabın 56 ve 57’nci sayfalarında bir idamlığın ağzından Atatürk için yakıştırdıkları iğrenç aşağılama sözleridir.
KİŞİLİĞİ:
Fethullah Gülen’in gerek kendisinin kendisi hakkında, gerekse başkalarının onun için söyledikleri bilinmeğe değer. Küçük Dünyam adlı kitapta babası ve dedesinden bahsederek, onların devamlı sarık taktıklarını ve hiç gülmediklerini, kendisinin yetişmesinde Avar İmanının çok büyük tesiri olduğunu, küçük yaştan itibaren medrese ve tekkeye devam ettiğini;
“o devirde kuran okutmak yasak olduğu için annem beni gece yarısı uykudan kaldırır ve bana kuran öğretirmiş…” (sf. 25)
diyerek de annesinin etkisini anlatmıştır. Ayrıca evlerinde diğer insanlar için de kaçak kuran kursu yapıldığını belirtmektedir. İlk gençliğinde bugün de isimleri meşhur nurcular arasında geçen Mehmet Kırkıncı, Cemalettin Kaplan, Cevdet Bilican vb. ile ilişkilerinden söz eder. Çeşitli şehirlerde vaiz ve imam olarak cumhuriyet karşıtı faaliyetlerini anlatır ve polisin takibinden nasıl kurtulduğunu, zaman zaman da nasıl ve kimlerden yardım aldığını anlatır. Evlenmeyişinin arkadaşının gördüğü bir rüyadan dolayı olduğunu müritlerini etkileyecek şekilde anlatır. Arkadaşının rüyasında peygamber gelmiş, “evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem” diyesiymiş. O da bu yüzden evlenmemiş. (sf. 63)
Bir ramazan ayında Erzurum’da İslama saygısız diye kabul ettiği bir filmden dolayı verdiği vaazda ağlayarak halkı tahrik edip “yazıklar olsun size! Sizin dininizle peygamberinizle alay edecekler, siz de müslüman geçineceksiniz” gibi sözler söyler ve kalabalık sinemayı basar. (sf. 75) Gene aynı günlerde
“Bir de deccalı anlatacağım diye Ramazanın sonuna kadar anons ettim… mahkum edilmekten korkum yoktu. Ancak ramazanın ilk gününde hapishaneye girersem vaaz edemem, düşüncesiyle deccal hakkındaki vaazı son güne bırakmıştım. Son gün cami tıklım tıklım dolmuştu. Deccal hakkında ne biliyorsam anlattım. Cami miting meydanında dönmüştü. Cemaat heyecandan ayağa kalkıp oturuyordu. …delil yetersizliği sebebiyle tutuklanmadım.” (sf. 79)
İzmir yıllarını, ilk kampları nasıl kurduğunu, ilk evlerin nasıl teşekkül ettiğini anlatır.
“Arkadaşlarla işaret-ül icaz kitabını okumaya başladık. Gece geç vakit bazı arkadaşlar yattılar. Muazzez Beyle okumaya devam ettik. Tam Ey Habib-i Şefik! Ey Şefik-i Habib ifadesini okurken evin duvarlarından inilti sesleri gelmeye başladı. Ben beş defa aynı inilti ve hicran dolu sesi işittim. Ses Of! Of! diyor ve duvar adeta vuslat hasretiyle inliyordu.”(sf. 115)
diyerek hayallenip, halüsinasyon halleri geçirdiğini açığa vurmaktadır.
“Ben o erbainle rüya-yakaza arası bazı şeylerin tecellisine şahit oldum ki, onları burada söylemem zannediyorum ki münasip olmaz.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 29)
diyerek evliya olduğunu lisanı münasiple ifade etmekte ve etkileyici mesajını vermektedir. Bir yerde de “bizim yakînimiz vardır” diyerek gaybı bildiğini ima etmektedir.
Gene aynı kitabın 124’üncü sayfasında kendine hakim olamayışını şöyle anlatmaktadır; “Şimdilerde bazılarını görüyorum, benim namazda bazen heyecanlarımı tutma gayretime rağmen tutamadığım anlarda yaptığım hareketleri yapıyorlar. Yani ben içimdeki vesveseleri ve namazın huzuruna muhalif düşünceleri bir kenara atmak için gayri ihtiyarı bazı hareketlerde bulunuyorsam takliden bazı arkadaşların da aynı hareketleri yaptıklarını görüyorum. Halbuki herkesin şeytanla mücadele şekli farklıdır… Dolayısıyla ben namazdaki derinliğime göre, başıma değil, kendime hakim olamayıp, yumruğumu bile sallayabilirim. Veya hayal hânemin genişliğine göre, şeytanın farklı taarruzlarına karşı farklı şekillerde mücadele edebilirim.” (a.g.e., sf. 124)
9-10 yaşımdan beri irşadla vazifeliyim diyen bu kişi kendisi hakkında Fasıldan Fasıla-3 kitabının 229 sayfasındaki ifadesi ise şöyle:
“Müslüman bir ana babadan gelmiş, tekke ve zaviye çevresinde yetişmiş, İslamı duya duya gelişmiş, bütün bunlardan sonra da Cenab-ı Hakk, onu dini mübini İslamı yüceltmek adına mübarek bir hizmette istihdamla şereflendirmişse, bu mazhariyetleri tam değerlendire-mediğinden ötürü bu insanın kendine yer yer kıtmir (köpek), aciz, fakir, demesinden daha tabii ne olabilir? Kıtmir sözünü siz köpek manasına alabilirsiniz. Ancak köpeğin bile kendi adına bir çok hususiyetleri olduğundan, ben şahsen kendime öyle demeyi bile bazen çok görmüşümdür.” (Fasıldan Fasıla-3, sf. 229)
VAAD ETTİĞİ DÜNYADA HAYAT:
İşte kendisini yukarıdaki sözlerle tanıtan bu kişinin idealindeki sistemde insanları bekleyen iç ve dış dünyanın görünümü gene onun tabir ve tarifiyle şöyle;
“Kahkaha bir küfür sıfatıdır. Mümin tebessüm eder, kahkaha atmaz.”(Fasıldan Fasıla-1, sf. 285)
“Fakat şevk ile, şen şakrak olmayı birbirine karıştırmamak lazımdır. Hizmet erleri için şevk ne kadar faydalı ve yararlıysa, şen şakrak olmak da o ölçüde zararlıdır.” (Fasıldan Fasıla-2, sf. 61-62)
“Tebliğ ve irşad insanı hüzünle bütünleşmelidir.” (a.g.e., sf. 64)
“Zira hüzün bir peygamber tavrıdır. Onun için bazıları ona “Hüzün peygamberi” de demişlerdir ki, bana göre bu çok isabetli bir yaklaşımdır. Zira efendimiz bütün ömrü boyunca kahkaha ile üç defa gülmüştür. Evet, hüzün onun mübarek çehresinin ayrılmaz bir derinliğidir.” (a.g.e., sf. 194)
“Bir an kahkahayla gülme gafletinde bulunulduğunda, derhal bir kenara çekilip, tevbe edilmeli… zira unutulursa kalır, kalır ve katmerleşir. Zamanla da Rabb ile irtibat kesilir ve o günahzede kendini delalet ve inhirafların ağında bulur.” (Fasıldan Fasıla-1, sf. 162)
“Belki günde defalarca ölümümü kolluyor ve gözlüyorum, ama bir türlü gelmiyor.” (a.g.e., sf. 62)
“Dünya Nuh’un gemisi gibi bir gemi veya bir vapurdur. Bu dünyada herkes aynı zeminde yaşamak zorundadır… Bu vapurdaki hayat nizamı, bizi buraya indiren Zat’a aittir. Başkalarının bu nizamı ihlale ve çiğnemeye hakkı olamaz. Ve böyle bir durumda hususi hayat da söz konusu olamaz.” (İrşad Ekseni, sf. 79-80)
Ve en nihayette mürtede ne yapılacağının bilinmesi de önemlidir. Zira bugün toplu mezarları bulunan kişiler de bir zamanlar Hizbullaha yakın oldukları halde MÜRTED oldukları için böyle cezalandırılmışlardır. Şimdi gelin Fethullah Gülenin bu konudaki tavrını görelim.
“İrtad dinden dönme demektir. Buna göre mürted ise, daha önce inandığı bütün mukaddesatı inkar eden bir insandır. Ve bu insan bir bakıma müslümana ihanet etmiştir. Bir kere ihanet eden, her zaman ihanet edebilir. Onun için de bazılarına göre mürtedin hayat hakkı yoktur. Belli bir süre takibe alınarak, takıldığı hususlarda iknaya çalışılacaktır. Bütün bunların fayda vermediği zaman da artık o insan İslam bünyesinde bir ur ve çıban başı olduğu tebeyyun edince de ona göre muamele edilir. (İrşad Ekseni, sf. 195)
Yani arif olan anlar diyerek mürtede Hizbullah ne yapıyorsa onu yapacağının gayet anlaşılır ifadesini dile getiriyor. Öyle ya zaten demiyorlar mı bu memleketin %99’u müslüman diye. Yani düzeni şeriatın hakimiyetine verdin mi, her önüne gelen mürted. Çünkü geminin sahibinin düzeni şeriattır deniyor ya.
Devam ediyor...