
Anılar dirilir zaman zaman: 10 Kasım 1938 okulda duydum haberi. Bahçede toplandık. Kimse konuşmuyor, Atatürk ölmüş. Haftalardır biliyorduk hasta olduğunu. Öleceği hayalimizden geçmiyordu. Ölür müydü O? Ölmüştü işte. O sabah 9.05'de. Öyle doğru okul müdürü Agâh Sırrı Levent, bahçede konuştu bizlerle. Ağlayanlarımız çoktu. Gizliden gizliye gözyaşlarını silenler. Erkekliğe leke sürmemek için kendilerini tutanlar. Ağlamak erkekliği bozar mıydı? Dayanamıyordum böyle erkekliğe, arkadaşlarım alay eder diye direniyordum. Gözyaşlarımı ikide bir elimin tersiyle siliyordum. Gerçeği daha benimsememiştim. Bir sızı büyüyordu içimde. Şimdilik yalnız bu sızının gittikçe kabardığını, taştığını, bütün varlığımı kapladığını duyuyordum, hepsi bu.
Atatürk ölmez, ölemez diyordum. Ama her şey ölümünü anlatıyordu. Bayraklar yarıya inmiş, her yer kapanmış. Ulusal yas açıklanmıştı. Gözlerimin önüne Atatürk'ü getirdim, yazılar yazdım, günün önemli dergilerinde. Bir gün onu görmüştüm... Şehzadebaşı'ndan arabasıyla geçmişti. Alkışlamıştık, elini sallamıştı. Bir kez İran Şahı'yla birlikte... Birer andı bunlar. Kısacık birer an. Bazı anlar ne de güçlüdür, ne de uzun kapsamlıdır, ne de derindir. Daha sonraki yaşamımda uzadıkça uzadı, derinleştikçe derinleşti bu anlar. 10 Kasım 1928'e ait başka şey yok. Duyarak hatırlıyorum o günü, düşünerek değil.
Sonra Dolmabahçe Sarayı'nda tabuta önünden geçişimiz. Bekleyen nöbetçiler. Sıra sıra geçip giden öğrenciler. Yalnız öğrenciler mi? Bütün İstanbul genciyle, yaşlısıyla önü sıra geçti geçti geçti. Sonra bir gün O'nu Ankara'ya yolcu ettik. Dolmabahçe'den Sarayburnu'na kadar bütün yollar tıklım tıklımdı. Kalabalık yüzünden bir türlü Sirkeci'ye inenemiştim. Sonra Ahırkapı önlerinden seyrettim Atatürk'ün Yavuz'a gidişini. Yabancı devletlerin savaş gemileri önümüzdeydi. Dünya ulusları kanlı bir savaşın öncesinde son kez bir araya gelmişlerdi o gün. Sonra zaman akıp geçti, hep Atatürk'ü düşündüm, yazılar yazdım, günün önemli dergilerinde yayınlandı bir öğrencinin o yazıları.
Anılar geçip gidiyor, yenileri geliyor, onlarda geçiyor. Sonra bir de bakıyorsunuz, anı olmaya değer bir şey bulamıyorsunuz. Anı olan bir yaşantı, değerli bir yaşam parçasıdır. Yıllardır gündelik olaylar arasında yaşıyoruz. Anı olamıyor biri bile. "Hatırlamak istemiyoruz", acı veriyor hatırlamak. Değersiz bir şeyi korumak istermiş gibi. Yalnız Atatürk'ün anılarıdır hiç eskimeyen, ölmeyen. Yaşadıkça en değerli yanımız, hatta bir parçamız olarak bizimel yaşayan, içimizde...
10 Kasım yazıları diye bir tür vardır basınımızda. Her yılın bir gününe sığdırılır bu anlar. Anma törenleri, duygulu söylevler, ah'lar vah'lar, ertesi gün biter gider hepsi! Açtım gazeteleri okudum. Bakanlann sözlerini, muhalefet liderlerinin demeçlerini, yazıları, fıkraları. Daldım gittim. Nüfusumuz 15 milyondu, bugün kırk! Okumuş yazmışlarımız o günlere göre kat kat çok. Yine de derim ki, 1928 geride değil ilerdedir bugünden, niye öyle? Ciltlerle kitap yazmalı bu "niye"yi anlatmaya.
Bazı 10 Kasımlarda içimden hiçbir şey yazmak gelmez. Sürekli yazan bir görevli olduğum halde.. Oysa bugün, bu haziran günü, Atatürk'ün ölüm günü diriliverdi şu korkunç güneş altında. Sonra şu sözleri: "Hepiniz anayasayı okuyunuz. Öğrenci, asker, genç, yaşlı ulusun her kişisi anayasayı iyice bellesin", "Yurttaşlar kurduğumuz yönetimde tek kişi konuşmaz, konuşma karşılıklı olur, halk yönetimi söyleşmeye dayanır, açık konuşmaya dayanır", sonra, en sonra da bugün bile pek çok politikacının, pek çok yazar taslağının kulağına küpe olacak şu sözü: "Eski yönetim sermayenin jnadarmalığını yapmıştır. Hayır. Biz bunu yapmayacağız."
Evet, 1938 gerilerde, çok gerilerde değil, ilerde, çok ilerde. Ulaşılacak bir amaç, bir ülkü...
Kaynak: OKTAY AKBAL - ATATÜRK YAŞADI MI? (Yayın Yılı: 1975)