Gözünü Sevdiğimin Entropi Kanunu! / İlker SARIER

Gözünü Sevdiğimin Entropi Kanunu! / İlker SARIER

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Eyl 12, 2011 14:08

Gözünü Sevdiğimin Entropi Kanunu!

AKP hükümetinin eliyle Türkiye’nin içine sürüklendiği büyük kaos giderek derinleşiyor.

Bu anlamda en güncel soru şu:

“Bu kaos nasıl sona erer? Tükenip yeni bir faza sıçrarken de kimleri girdabına çekip yok eder?”

Ve tabii buna bağlı ikinci soru da “Bu kaotik ortamın son bulması hali hazırda olduğu gibi beklenecek mi, yoksa bir şekilde erkene çekmek için müdahale edilecek mi? Müdahale edilecekse, bu müdahaleyi kimler, nasıl yapacak?” sorusudur.

Şurası açık ki, hiçbir iktidar kara delik gibi kendisini içine çekip tarihin çöplüğüne fırlatacak bir kaosu kendi arzu ve iradesiyle yaratmaz.

O halde şunu söylemekte mantıken sakınca yok.

Bu kaotik ortam AKP eliyle ama onun iradesi dışında derinleştiriliyor.

“Niçin?”
diye sorulacak olursa, küredeki büyük satranç oyunu ve stratejik iktidar kavgaları hep bu şekilde yürütülüyor.

Hiçbir güç odağı hiçbir şekilde elini kirletmeyeceği gibi, operasyonlarını da “örtülü” veya “tersten” yürütüyor.

Termodinamiğin temel yasalarından biri olan entropi prensibine göre evrenin entropisi (düzensizliği) sürekli artar. Entropi kanunu kozmozun diyalektiğinde olduğu gibi toplumların diyalektiğinde de şaşmaz bir zaman makinesi gibi çalışır.


Buna çarpıcı bir örnek verelim:

Doğada dağınık halde bulunan minerallerden çelik, çimento, beton, cam, kiremit vs’yi işleyerek, bunları belirli bir hesap kitap içerisinde emek ve enerji harcayarak bir bina oluştururuz.

Bunu yaparken doğanın “entropi” yasalarına karşı geldiğimiz için sürekli enerji harcamak ve iş yapmak zorunda kalırız.


Şu halde, AKP hükümetinin sekiz yıldır Türk toplumunda kendi doğasında seyreden entropi yasasına hükmetmek için ve süreci olabildiğince uzatmak için harcadığı enerjiyi ve ortaya koyduğu akla hafızaya sığmaz tezgâh ve dalavereleri anlamak mümkündür.

Ancak temel yasa işleyecek, kaos, yani entropi, yani düzensizlik yasası mutlaka hakim olacaktır.

AKP hükümeti “enerji” bağlamında ne kadar rüşvet dağıtırsa dağıtsın, ne kadar peşkeş çekerse çeksin, ne kadar istihbari operasyon yaparsa yapsın, ne kadar baskılama yöntemlerini arttırırsa arttırsın entropi kanunu hükmedecektir.

Erdoğan’ın, Gül’ün ve bittabi Gülen’in entropiden haberleri olsaydı zaten bu işlere kalkışmazlardı.


Çarşafa dolanmış olmalarının yegâne izahı budur.

Abdullah Gül’ün belki bir yerlerden kulağına çalınmıştır diyelim.

Ne de olsa daha eğitimli, çalışmış dersini eylemiş ezber, hiç olmazsa onun kraliçesi var. Erdoğan’da o da yok.

Avare su gibi, bir o taşa bir bu taşa vuruyor, cesaret madalyası aldığı Yahudi örgütünü unutup, şimdi İsrail’e kafa atmaya çalışıyor.


Şu yazıyı önüne koysalar kesinlikle şöyle soracak:

“Bizi Ergenekon diye olmayan bir örgütle tufaya getirdiler. Şimdi bir de entropi kanunu mu çıktı?” diye öfkelenecektir.

Beni ilgilendirmez.

Yanında çalışıyormuş gibi görünenler, sahte raporlarla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı yönlendirenler düşünsün. Entropiyi anlatsınlar zat-ı şahanelerine…

Görüldüğü üzere AKP hükümetinin defterinin dürülmesini geciktirmek için, doğa ve toplum yasalarıyla nasıl çarpıştığını ifade etmeye çalıştık.

Buradan iki sonuç çıktı yukarıdaki sorulara cevap olarak:

AKP hükümeti artık ne yaptığının farkında değil, nereye gittiğini bilmiyor, kaosu kontrol edemeyip aksine derinleştiriyor.

Tıpkı son sürat giden jetten kendisini dışarı fırlatmış 14 G’lik ivme ile atmosfere dalmış pilot gibi boşlukta savruluyor. Bir farkla ki, pilotların paraşütü var.

Başta sorduğumuz soruların cevabı açık:

Tarihte hiçbir siyasi iktidarı don lastiği gibi uzatmak mümkün olmamıştır. İktidarlar toplumsal entropi yasasına göre tıpkı öteki canlı varlıklar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler. Fakat burada ilginç olan, AKP hükümetinin entropi kanununa direnmek için, yani biraz daha ayakta kalmak için sisteme 7 gün/24 saat enjekte etmek zorunda kaldığı “enerjiler” ve bu enjeksiyon neticesinde bütün değer yargılarının nasıl tepetaklak geldiğidir.

………………………

Bütün bu gayretlerle hükümetin ve devlet adamı kisvesinde dolaşan zevatın ne kadar “zombileştiğini” bir kenara bırakıp, AKP’nin başvurduğu “enerjilere” bakalım biraz:

En son icatları Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) oldu biliyorsunuz.


Meclisi kapatırken bir gecede meclisten hükümete KHK yetkisi aldılar.

Şimdi artık bununla götürüyorlar.

Hükümet gibi zombileşen basın, tek tük çıkan cılız sesler dışında, çıkarılan KHK’larla hedeflenen kepazelikleri hiç görmediği gibi bunun yarınını da hesaba katmıyor.

Orman alanlarının talan edilmesi; TOKİ üzerinden ülkenin en kıymetli arazilerinde rant alanları yaratılarak tıpkı bir zamanlar ANAP’ın etrafında biriktikleri gibi bugün AKP etrafında kümelenmiş işbitiricilere mamalar dağıtılması; Bakanlıkların klasik yapılarının dejenere edilerek bürokrasinin felç edilmesi; işi yabancı doktor ithaline kadar götürüp yabancı öğretmen ithaline geçilmesi ve ülkenin temel kurumlarının ajanlarla doldurulmasına ortam yaratılması; YÖK’ten sonra TÜBİTAK’ın ve TÜBA’nın felç edilerek akademinin belinin kırılması ve saymakla bitmeyecek aşikar baltalamalarla devletin teamüllerinin ortadan kaldırılması, bir anlamda devletin hafızasının silinmeye çalışılması.

Feleğin bize tanıklık ettirdiği resme bakınız ki, bilinçsiz bir iktidar bütün bunları milletin gözü önünde pervasızca realize ederken, koca basında gazeteler ve televizyonlarda iki babayiğit çıkıp da “faşist zamanların en kullanışlı enstrümanlarından olan KHK yetkisine AKP iktidarı neden ihtiyaç duydu?” diye sormuyor ve asla tartışmıyor.

Demokrat Nazlı Ilıcak, hiper demokrat Mehmet Altan, süper demokrat Cengiz Çandar neden NTV’de toplaşıp da tartışmıyorlar: Demokrasi bu kadar güzel işlerken, iktidar partisi yüzde elli ile meclisteyken, bütün güçler elindeyken, KHK’lara ne hacet vardı? Meclis neden kanun yapma yetkilerini hükümete devretti? Meclisin kanun yapmakta bir sıkıntısı mı var? Bu yüzlerce milletvekili seçmenden aldıkları milyonlarca oya karşılık yasa yapmaktan vazgeçecekler ve genel başkanlarına tam teslim biat edecek idiyseler bırakın sokağa çıkmayı, ailelerinin yüzüne nasıl bakacaklar? Kuvvetler ayrılığına ne oldu? Bütün yetkilerin ve erkin Bakanlar Kurulu üzerinden Başbakan’da toplandığı bir rejime ne zaman demokrasi dendi?

Gerçek demokratların, gerçek gazetecilerin ve millet aleyhine icraatları eleştirmekle mükellef entelektüel beyinlerin sorması gereken sorular bunlar değilse hangi sorulardır?

O zaman sahte demokratlar kenara çekilsinler Ayşe Özyılmazel, Ayşe Arman, Pakize Suda falan çıksın tartışsınlar.

Hiç olmazsa onların birinin ağzından doğru bir soru kaçması ihtimali vardır.

AKP iktidarının ayakta kalmak için memlekete boca ettiği ikinci büyük enerji ise “Özel Yetkili Mahkeme(ÖYM)”lerdir.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) defterini dürdüler, iktisatçılığı bile tartışılır Başkan Hâkim Kılıç’ın yanına kendi kadrolarını monte ettikten sonra ÖYM’leri devreye soktular.

Hani bazı insanlar bazı şeylere takarlar ya, itiraf ediyorum ben de bu ÖYM’lere takmış vaziyetteyim. Bendeniz bunların babalarından da hoşlanmazdım. Yani DGM’lerden. Sabah gazetesinde yıllarca mücadele etmişliğim vardır, arşivler tanık. Bu DGM’ler de işin cılkını çıkartmış, en son devlet güvenliği bahanesiyle etini satmak zorunda kalmış zavallı kadınları yargılamaya başlamışlardı. O DGM’leri 1986’da kuran da Başbakan’ın kürsülerde arkasına kocaman portresini astığı ve devamı olmakla övündüğü Turgut Özal idi. Eh abisi DGM’leri kurmuştu, onunla övünen biraderi de ÖYM’leri ihdas etti.

Tam da burada hukukçuların, koca koca hocaların ortaya çıkıp hükümete “ÖYM’lerden beklentileriniz ve meramınız nedir?” diye sormaları, tartışmaları gerekmiyor mu? Bu meseleyi soba fabrikasındaki amele veya tarladaki rençber tartışamayacağına göre kimlerin tartışması gerekiyor?

Tabii ki, hukukçuların tartışması gerekiyor.

Fakat ortada senelerdir Ergun Özbudun’dan başka konuşan yok, o da AKP’nin hukuk borazanı.


Şöyle düşünelim:

Otuz yıllık bir ağır ceza reisi, ölümcül davalara bakıyor. Yetkinliğinin ve tecrübesinin zirvesinde bilge bir hâkim. Yan tarafta “özel yetkili” başka bir hâkim. Bu iki hâkimden birini özel yetkili kılmak için ne sebep vardır? Birinci hâkim yetersiz midir? Genelleştirirsek, şu anda özel yetkili olmayan on bir bin küsur hâkim ve savcı yetersiz midir de, özel yetkili bir grup hâkim ve savcıya ihtiyaç duyulmuştur?

Böyle olmayacağına göre iktidarın yasayı bu şekilde düzenlemekten ve memleketin her tarafına ÖYM’ler serpiştirmekten bir maksadı olsa gerektir.

Ne olabilir bu?

Özel dönemlerin özel mahkemelerini yaratmak. Buradaki “özel” kelimesi, fakültede hocalarımızdan tedris ettiğimiz hukuk kaygusu ile söylersek, yargının düpedüz özelleştirilmesidir. Yani yargının bir parçasıyla iktidar güdümüne alınması, siyasallaştırılması, istenmeyen düşüncelerin tecziyesi amacındadır. Toplumda kimselerin ağzını açamayacağı bir korku atmosferi yaratmak amacına yöneliktir bütün yapılan. ÖYM’lerin oluşumunu ve amaçlarını Türkçe’ye tercüme edersek, şudur:

Önce ele geçirdiğin meclisten özel yasa çıkartıyorsun. O özel yasaya özel suçlar ve cezalar ve tutuklama süreleri koyuyorsun. Bunlara da Özel Mahkemelerin bakması gerektiğini yasalaştırıyorsun. Sonra Özel Mahkemeleri kuruyorsun. Oraya senin açından “özel” yargıç ve savcıları atıyorsun. Bu yargıç ve savcılar kürsülerinde otururken, polis içinde, istihbarat organları içinde devşirilmiş “özel” görevliler tarafından oluşturulan suç dosyaları önlerine konuyor. Bu suç dosyaları asılsız ihbarlar, kanunsuz dinleme kayıtları, sabıkalı yalancı şahitler ve şüphe uyandırıcı her türlü imalat dokümanla besleniyor. Bu arada aynı malzemeler devşirilmiş basına servis edilerek, kamuoyunda ön algı yaratılıyor. Sıra ÖYM’nin “özel” savcısına geliyor: “Atın içeri!” diye ısmarlama iddianameler havada uçuşuyor.

Şu hale getirdiler ki, kimi ÖYM’lerin hâkimleri bile gırtlak gırtlağa geldiler. Adliyelerde normal hâkim ve savcılarla özel yetkili hâkim ve savcılar selamlaşmıyor bile.


Öte taraftan bütün bu özel suçlar(!) her nedense ve her nasılsa sadece hükümetle ilgili. Günümüzün bütün “ünlü” ÖYM davalarında yargılanmakta olan zanlıların hemen tamamı “hükümeti devirmeye” yönelik suç isnadı altındalar.

Bu da bir trajikomedi.

Bir hükümet varsa, özellikle demokrasilerde o hükümetin iktidardan “indirilmesi” yönündeki yasal yolların meşru olması lazım gelmez mi?

Şu kadarını söyleyeyim, dokunulmazlıkları olmasaydı bugün “güya muhalefet” ediyor olsalar da Kılıçdaroğlu veya Bahçeli’nin hükümeti devirmeye yönelik “örgütlü” faaliyetten ÖYM’lerde yargılanmaları işten bile olmazdı.

Normal bir demokraside, mevcut herhangi bir hükümetin şu veya bu sebeple iktidardan inmesi gerektiğini söylemek, bunu istemek, bu yolda düşünce ve politika dercetmek gerçekte veya hukuken suç olmuş olsaydı, AKP iktidarının ölümsüzlüğünü baştan kabul etmek gerekmez miydi?

O zaman niye demokrasi diye herkes poposunu yırtıyor?

Bırakalım ikiyüzlülüğü, hukukun üstünlüğünü, ifade özgürlüğünü, demokratik kurum ve kuruluşları, siyasi partileri, Meclisi, muhalefeti temelli kapatalım, AKP iktidarı da rahat bir nefes alsın, bizler de işimize gücümüze dönelim.

AKP hükümetinin cansiperane gayretleri neticesinde çiçeği burnunda bir Yargıtay Başkanı edindik.

Yargının açılışı töreninde dünya hukuk tarihine geçecek bir tespitte bulundu.

Dedi ki: “Tutukluluk sürelerinin uzunluğu o kadar önemli değil, önemli olan davaların uzun sürmemesidir.”

Yani Yargıtay Başkanı şunu diyor: Kardeşim hepiniz çok şüphelisiniz, zanlısınız, her an her haltı yiyebilirsiniz; bizim de elimizde davlarınızı hızla bitirecek kadar hâkim yok, o halde tutuklu olarak yıllarca içerde sürünebilirsiniz. Geberip de başımıza bela olmayın yeter.

Benim, sayın başkana dünya çapında emsalsiz bir hukuk şöhretine kavuşması imkânını sağlayacak değişik bir önerim de olabilir:

Madem hâkim ve mahkemeler yetersiz, madem ki mevcut durum maalesef böyle, o zaman tüm yargılama safahatına son verelim, zanlılar da ömür boyu tutuklu kalsınlar. Bu öneriyi yabana atmayın lütfen, bu sayede bakın nelerden kurtuluyoruz. Delil toplamaya gerek kalmıyor. Sahte şahit temin etmek için, kes yapıştır imalatları tefrik etmek için, ispat külfeti için, savunma gayretleri için, binlerce klasöre gömülmüş hâkimlerin kafayı yememesi için hiç debelenmeye gerek kalmıyor. İnsanlığa yepyeni bir hukuk sistemi hediye etmemiz de cabası. Yargılama yok, kodes var. Zaten bütün tutuklular şu anda baştan yargısız biçimde “suçlu” kabul edilmiyorlar mı?

Bırakın bir Yargıtay Başkanını, hiçbir gerçek hukukçu bu biçimde iktidardan yana bir siyasi tavır koyamaz! Hadi koydu diyelim, ama Türkiye’de tutukluların yargılamalar sonunda EN AZ YARISININ BERAAT ETTİĞİ, içerde yattıklarının yanına kar kaldığı gerçeğini bilmiyor olamaz.

İki bin beş yüz sene önce Roma Hukuku’nda on iki levha kanunlarında aşağıdaki hüküm vaaz edilmiştir:

“Hâkim sabah önüne gelen davayı, güneş batmadan karara bağlamak zorundadır.”


Ama AKP’nin gözü dönmüş neoliberal uygulamaları neticesinde hukuk o hale getirildi ki, Adliye Sarayları ile Alışveriş Merkezleri arasında hiçbir fark kalmadı. Çeyrek yüzyıl önce, her hangi biri söyleyecek olsa kuyruğuna teneke bağlanacak görüşleri gazete sayfalarında yazabilen adamlara rastlanması işte bu yüzdendir.

Ünlü hukuk darb-ı meseli şöyle zikredilir: “Zamanın krallarından biri at üstünde maiyetiyle dolaşırken, bir Alman köylüsüne çiftliğini satın almak istediğini söyler. Çiftçi topraklarını satmak istemez. Güçlü senyör ‘ama ben kralım’ der. Köylü de cevabı yapıştırır. Sen kralsan, Berlin’de de hâkimler var…”

Bizim Ankara’da kaç hâkim kaldı bilmiyoruz.

“Tutukluluk süresi” denilen ifade iki kelimeden oluşuyor. Tutukluluk ve süre.

Tutukluluk, hürriyetten mahrumiyet, daha önce hiç tanımadığın hiç görmediğin bir ortam, yoksunluk, acziyet, istiskal, aşağılanma, geçmişin yıkımı, suçsuzluktan gelen psikolojik sorgulama, çıkışsızlık, klostrofobi, ses kaybı, bilinç yarılması, uykusuzluk, depresyon, beslenme yetersizliği ve bunun süre adı altında saatlerce, günlerce, aylarca ve yıllarca devam etmesi.

Tam bir bedensel, zihinsel, maddi ve manevi işkence.

Bodrum’da bir teknenin güvertesinde güneşlendikten sonra Türkbükü’nde rakı içme hayaliyle serin bir duş alan “gazetecinin” “süre” kavrayışı ile tutuklu bulunan zanlının yaşadığı “süre” arasında hiçbir benzerlik ve bağıntı kurulamaz.

Aynı zamanda, “şüphelileri atın içeri” diye iddianame düzenleyen savcı ile emir almış gibi içeri atan hâkimin “süre”leri ile tutuklunun “süre”si arasında da hiçbir benzerlik kurulamaz. Şu halde, bu hukuksuzluğu sürdüren “Özel Yetkili Mahkemeler” hukuken ve vicdanen vebal altındadır. Verdikleri kararlar da, çoktan beridir Türkiye’nin yüksek beyinleri arasında alay konusu olmaktadır.

Savcının biri “delilleri karartabilir” diye zanlı tutukluyor, ama kendisine şu soruyu sormuyor: “Dışarıda karartılabilecek delil varsa, benim elimdeki delil yetersiz demektir. Yetersiz delille bu adamın tutuklanmasını nasıl isteyebiliyorum?”

“Hukuk önünde herkes eşittir.”


Bu evrensel değerle artık oynayamadıkları için, yani para babaları veya iktidar sahipleri ile garip gurebayı farklı yasalarla ve farklı imtiyazlarla yargılama olanağı ortadan kalkmış bulunduğu için, başka bir yol buldular.

Yurttaşı farklı sandalyelere oturtamadıkları cihetle, mahkemeleri farklılaştırdılar.

Ne yaptılar?

Normal mahkemelerin içersine “Özel Yetkili Mahkemeleri” koydular.


Bütün bu uygulamaların hukuksuzluk açısından Amerika’nın Guantanamo’sundan, McCarthy dönemi cadı avında aydınların toplanmasından hiçbir farkı yoktur.

Üstelik de her şey iğrenç bir şekilde demokrasi ve hukuk örtüsü altında yapılıyor.

Hitler ve Stalin faşizminden tek farkı da burada yatıyor. Alman toplama kamplarının kapısında “Arbeits macht frei”(çalışmak özgürleştirir) yazıyordu, ÖYM hâkimlerinin arkasındaki panoda ise “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” yazıyor.

AKP tarzı adalet budur: Bütün muhalifleri içeri atıyorsun, “adalet”in hem de feriştahı tecelli etmiş bulunuyor.

Tarihteki bütün “mutlak” iktidarların kamu bilincini aldatmak için hukuku kullandıkları bilinmektedir.

Böylece AKP hükümeti varlığını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu korkutma, baskı ve cezalandırma ortamını ÖYM’leri kullanarak güya hukuk yoluyla sürdürmeye çalışıyor.

ÖYM’leri iktidarın nezdinde altın değerinde enstrüman haline getiren oyun budur.

“Yumruk” iktidarın yumruğu, ama yargı eldiveni giydirilmiş olarak.

Türkiye’de demokratım diyenlerin, hukukçuların, bütün hâkim, savcı ve avukatların, adalete ve hakkaniyete inanan bütün halkın, gerçek entelektüel ve aydınların açıkça söylemekten çekiniyorlarsa da, gizlice gözyaşı dökebilecekleri ve kendi vicdani muhasebelerini yapacakları muazzam bir haksızlık ve adaletsizlikle karşı karşıyayız.

Cezaevlerindeki insan sayısı 130 bine dayanmıştır. Bunların 70 bini tutukludur. Yargılanmayı beklemektedir. İstatistikler bir şey ifade ediyorsa eğer yuvarlak bir hesapla 35 bini beraat edecektir. Bunların her biri bir insandır, rakam değil. Aileleri var, çocukları var, akrabaları var, meslekleri var, işleri var, sorumlulukları var, ödevleri var, haysiyetleri var, gururları var, insanlıkları var, geçmiş ve gelecekleri var.

Sürekli cezaevine girip çıkan, bunu adeta alışkanlık haline getirmiş, neredeyse cezaevini karargahı gibi hisseden bir hükümlüyle, suç işlemediği halde aniden kendisini tutukevinde bulan, aylarca ve yılarca orada yatırılarak bekletilen insan arasındaki farkı hesaba katmayan her türlü hukuk yorumu ve mülahazası adalet ruhundan yoksundur.

………………………..


Türkiye’nin AKP tarafından öne çıkartılan medya figürlerinden Ahmet Altan, ‘besleme’ gazetesinin 8 Eylül 2011 tarihli nüshasında şöyle yazıyor:

“Babam, yazarlığa çok genç yaşta başlamış. Sert de yazan bir adam, sözünü sakınmıyor. Nerede bir haksızlık görse üstüne gidiyor. Bir gün, daha yaşlı bir yazar ‘Çetin’ demiş, ‘bari dört kişi bırak da tabutunu taşıyacak adam olsun’. Biz bu Taraf gazetesini çıkardığımızdan beri aklıma sık sık bu hikaye geliyor. Geçenlerde, Başar ‘her halde biz o dört kişiyi de bulamayacağız’ dedi, ‘ bizim tabutları tekerlekli yapıp yokuştan aşağı salıverecekler’.”


Ahmet Altan’ın kendisine tekerlekli tabut yaptırmasına gerek yok.

Bu memlekette, şimdiye kadar kimsenin tabutu yerde kalmadı.

Endişe lazım gelmez.

Ama Ahmet Altan’ın bu psikolojiye düçar olması enteresan.

Bir nevi psikolojik itiraf.

Ahmet Altan bu memlekette aylardır ve yıllardır ne yaptı, neler yapıyor ki tabutunun ortada kalacağını düşünüyor. Madem sonunda bu çaresizlik ve bu kimsesizliğe gelip saplanacaktın herzeleri yemeden önce durup düşünmen gerekmez miydi?

Gene de tebrik ederim, Ahmet Altan farkında olmadan medyadaki bütün entelektüel görünümlü liberal çetenin içine sürüklendiği psikiyatrik açmaza tercüman olmuş. Bu da bir şeydir. Sen, zannınca ve iddian o ki “bu millete ve ülkeye hizmet ediyorsun”, ama aptal millet hiç anlamamakla kalmayıp, yediden yetmişe sizlerden nefret ediyor.

Öte yandan, o çok sert yazılar yazmasıyla övündüğün baban (Allah selamet versin), iki satır yazı çiziktiriverse de, çok da sert olmasına da gerek yok, bir hukukçu gazeteci gözüyle şu Özel Yetkili Mahkemeler konusuna, şu on yıla uzanan tutuklamalar meselesine, şu Adalet Bakanlığı’nın HSYK Başkanlığı konusuna, şu Fransız demokrasisinden mülhem kuvvetler ayrılığı prensibiyle KHK uygulamalarının anlam ve maksadına birazcık giriverse.

Giriverse de sen de babacığınla harbiden öğünsen, gurur duysan, daha iyi olmaz mıydı?

Mecliste hak, eşitlik ve adalet kavramlarını dile getirdiği ve hükümran iktidar partisine posta koyduğu için aydınların vicdanında bir dönem taht kuran Çetin Altan’ın bugünkü “sünepeliği”ni sen ve kardeşin Mehmet Altan ülkeye gelen demokrasiyle izah etmeye çalışıyorsanız size de helal olsun. Ne zamandan beri iktidarlar devrimci oldular?


Bak, sana en yakın dostlarının bile söylemeyeceği bir hatırlatmada bulunayım. Biliyorsun, dünyada hiçbir iktidar yoktur ki AKP’nin popülist olarak yaptığı gibi komşu ülkelerdeki mezalime karşı çıksın, “hükümetleri devirmeye” kadar işi götürsün; ama kendi ülkesinde “aman benim hükümetimi devirecekler” diye önüne geleni içeri tıksın, yıllarca tutuklasın. Kendine “tabut taşıyıcı arayan” demokratlar da bu manzaraya sessiz kalsınlar…

Veya ellerin armut toplamıyorsa sen bi zahmet sorabilirsin Başbakan Erdoğan’a:

“Sizi JİNSA üzerinden ödüllendirilmiş İsrail ile şimdi ne için kapışıyorsunuz? Mesele Gazze zulmü ise, Neoconlar ile Irak’a dalmak için Meclis’e tezkereyi getiren ben miydim? Elinden demokrasi ödülü aldığınız Kaddafi, size nerede ne kazığı attı da, herifi bir anda sildiniz. Ya can kardeşiniz Beşar Esad ile nasıl oldu da 3 ay içinde papaz oldunuz?”

Görüyorsun ki Ahmet Altan, soracak gazeteciye soru çok. Sen de bunları anlayacak olgunluktasın, sanırım.

……………………..

Sonuç olarak:

İktidar ve yerli yabancı yandaşları, sadece yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, nepotizm, imtiyaz sağlama, sebepsiz zenginleşme, ahde vefasızlık gibi suçları işlemekten değil, esasen hukuka, hakkaniyete, adalete ve vicdana karşı işledikleri suçlardan dolayı vebal altındadır. Bunun hesabı mutlaka görülecektir. Kim görecek derseniz, baştan bahsettik ya…

Gözünü sevdiğimin ENTROPİ KANUNU!...

Buna güzelim dilimizde ‘düşmez kalkmaz bir Allah’ da deniyor.

İzmir başta olmak üzere tüm memleketimizin 9 Eylül Zafer gününü kutlarım.


Hayat bildiğince aktığı ve akacağı cihetle, en kalbi iyilik dileklerimle…


İlker SARIER, 9 Eylül 2011
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 5 konuk

x