Hilafetin Kaldırılması“Sultanlık devrinden Cumhuriyete herkes bilir ki bir geçiş devresi yaşadık. Bu devrede, iki fikir, iki içtihat birbiriyle durmaksızın uğraştı. O fikirlerden biri sultanlık devrinin devam ettirilmesi idi; bu fikrin taraflıları belli idi. Diğer fikir, sultanlık idaresine son vererek Cumhuriyet idaresini kurmaktı. Bu bizim düşüncemizdi.” GAZİ MUSTAFA KEMAL, 1927
22 Ocak 1517’de Ridaniye’de yapılan savaştan sonra Mısır yenilmişti. Bu zafer sonunda Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, Mısır’da asılan Mısır Sultanı Tomanbay’a ihtişamlı bir cenaze alayı yaptırmış, yoksullara üç gün sadaka dağıtmıştı. Bu vesileyle Yavuz Selim, Mısır’da kaldığı sırada, Halifeliğin, şan ve şerefini kavramayacak ellerde ruhani bir reislik derekesine inmiş iken 1 Mısır’da oturan Abbasi soyundan gelen Halife üçüncü Mütevekkil Alallah’ı İstanbul’a getirmiş ve Mütevekkil’in önerisiyle halifeliği, Ayasofya Camisi’nin minberinde yaptığı bir konuşmasından sonra padişahlık unvanının yanına katmıştı.
Osmanlı Halifeliği, tarih boyunca nazari bir unvandan başka bir kudreti temsil etmemiş, istila ve fetihler devrinin ağır yükü ve özverisi, İmparatorluğun asli unsuru olan Türk’ün üzerine yığılmıştır. Baştanbaşa harap ve bakımsız kalan Anadolu, bir devrin elem ve ıstırabını taşımış, 1918’de Osmanlı İmparatorluğu dağılıp tasfiye edildiği zaman, esasen halifeliğin de İslam topluluğunda yeri kalmamıştı. Bu lüzumsuz kurumu, emperyalist devletler, Anadolu’da doğan “Bağımsız Milli Türk Devleti”ni boğmak için kullanmış, istila ordularıyla birlikte, “Hilafet Ordusu” adı altında devşirdiği eşkıyayı vatan topraklarına yayarak Anadolu’yu ateş ve kana boyamışlardı. Anzavur ve Kuvvayı İnzibatiye saldırılarının cinayetlerini sürdüren Halife Sarayı, beyler ve şeyhler eliyle Bandırma ve Gönen’den başlattıkları kışkırtmaları Sivas’ı da aşarak Ümraniye’ye kadar uzatmış, kurtarıcı Milli Orduyu ve Büyük Millet Meclisi’ni içinden ve arkasından vurmak istemişti.
Saray ve hükümeti, yüzyıllardan beri cahil bırakılmış halkı etkisi altında bulundurduğu gelenekten, “halife” adından yararlanarak milleti bölmekte ısrarlı idiler.
Bu canice saldırılara karşı, Mustafa Kemal, milletin tümünü kutsal bağımsızlık amacı etrafında toplamak için, milli hedeflerin birinin de halifeliği esirlikten kurtarmak amacını güttüğünü söylüyordu
Mustafa Kemal, bu isyan ve sel fırtınaları arasında, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde millete mal ettiği “Milli Hȃkimiyet /Ulusal Egemenlik” inancını, 1921’de Anayasa değişikliği ile dünyaya ilan ederken, bu kararın, Halifelik ve Sultanlığın sonu olduğunu milletine kabul ettirmiş bulunuyordu: Kararda Halifelik ve Padişahlığın durumuna değinilmemekle… 2
Cumhuriyet Devrimi’nin önemli düşünce burçlarından biri olan ve ilk Cumhuriyet hükümetlerinde Adalet Bakanı olarak da görev yapmış bulunan İslam Hukuku profesörü ve İzmir Mebusu Mehmet Seyit Bey’in, TBM Meclisi’nde, 1 Mart 1924’te, “Hilafetin Kaldırılması” kanunu müzakereleri sırasında yaptığı konuşmasından bazı alıntılar yaparak “Hilafet” konusunun gerçeğini gözden geçirelim. Mehmet Seyit Bey, Kur’an diyalektiğini çok iyi kavramış devrimci bir düşünürdür. Hilafetin kaldırılması tartışılırken yaptığı tarihi konuşma, kendisinin İslam din bilimlerine ne kadar vakıf olduğunu, düşünsel sentezler yapmadaki gücünü ortaya koymaktadır. 1924 yılında yapılan bu konuşma, daha sonra “Hilafetin Mahiyet-i Şer’iyesi” adıyla kitap halinde yayınlandı. 3
HİLAFET MESELESİ
“Hilafet meselesi dini olmaktan çok, dünyevi bir meseledir. İnançla ilgili konulardan değil, millete ait haklar ve kamu menfaatlerindendir, itikatla ilgisi yoktur.”
KUR’AN’A GÖRE YÖNETİM
“Kur’an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor:
Biri bugün medeniyet dünyasında yürürlükte olan meşveret /şura kaidesidir ki bunu Kur’an bin dört yüzyıl önce ortaya koymuştur. O da: “Onların işleri kendi aralarında şura iledir” (ŞURA 42/38) düsturudur. Demek ki memleket idaresi konusunda şura yöntemi, Allah’ın takdirine mazhar olan güzel bir usuldür.”
“Zikredilen ayet, doğrudan doğruya Müslümanların memleket idaresinde almaları lazım gelen tavır ve hareketlerini gösteriyor. Şüphe yoktur ki ilȃhi övgüye layık olan bu tavır ve hareket Müslümanlar için uyulması gereken bir harekettir.”
“Bugün medeniyet ȃleminin şura yöntemini kabul ettiği gibi, biz de (ona uyarak) karar alıyoruz. Fertlerin haklarını, memleketin selametini en çok üstlenen idare şekli de budur.”
“Kur’an’da anılan ikinci ilke de ulu’l-emre (devleti yönetenlere) itaattir. Kur’an’da, “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden (sizin seçiminizle başa gelen) yöneticilere itaat ediniz” (NİSA 4/59) buyrulmaktadır. İşte bu, ikinci ilkedir. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak ve uzaklaştırmak içindir. Asayiş, emniyet ve düzen memleketin güvenliği içindi, dolayısıyla hükümetin emirlerine itaat etmenin dinen kaçınılmaz olduğunu beyan etmektedir. Bu ayet, fertlere, yetkili olan devlet adamlarının emirlerine itaat konusunda bir dini görev yüklemektedir.”
DEVLET BAŞKANLIĞININ ŞARTLARI
“Halife nasıl tayin edilir, hilafetin şartları nelerdir, her hal ve şartta ve zamanda halife tayin etmek millet üzerinde farz mıdır… gibi meseleler hakkında ne Kur’an’da ne de hadislerde bir açıklık vardır.”
HİLAFETİN ESASI
“Bunun sebebi şudur: Hilafet (devlet başkanlığı, devlet yönetimi) meselesi öyle zannedildiği gibi esas dini meselelerden değildir, siyasi bir meseledir; zaman, örf ve ȃdete göre değişir, zamanın gerektirdiği şeylere tabidir. Onun için Hz. Peygamber hilafet meseleleri hakkında susmayı tercih buyurmuşlardır.”
“Hz. Peygamber, hilafet işini tamamen ümmete bırakmıştır. Vefatları sırasında bir halife tayin etmedikleri gibi, bu hususta hiçbir öneride de bulunmamışlardır. Ashaptan hiç biri hakkında yeterli derecede ne açıktan ne de gizlice bir nas mevcut değildir. Eğer var olsaydı sahabȋler kimin halife olacağı konusunda kendi aralarında ayrılığa düşmezlerdi. Halbuki Hz. Peygamber’in vefatından sonra, içlerinden birini halife seçme konusunda ihtilaf ettiler.”
SAHABȊLER VE HİLAFET
“Görülüyor ki sahabȋler de hilafet meselesini net bir şekilde açıklayamamışlardır. Demek oluyor ki Kur’an’da, hadislerde, sahabȋlerin sözlerinde hilafet meselesi hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz konuları bize anlatacak açık ve kesin şekilde açıklayacak bir şey yoktur.”
“Bütün Sünnet Ehli bilginlerinin ittifak halinde açıkladıkları bir gerçektir ki Emevi ve Abbasi halifelerinin halifelikleri halkın arzu ve seçimiyle meydana gelmemiş, kahır (öldürme ve sindirme), istila, zorlama ve despotluk yoluyla elde edilmiştir.”
“İslam tarihine aşina olanlar bilirler ki Emevi halifelerinin yapmadıkları zulüm ve sefihlik, peygamber çocuklarına (Ehl-i Beyt) reva görmedikleri zulüm ve alçaklık kalmamıştır. Abbasi Devleti ise tamamen zulüm, yolsuzluk, kahır ve galebe üzerine kurulmuştur.”
OSMANLILAR VE HİLAFET
“Osmanlı halifelerinin ise, saltanata olan hırs ve tamahlarından dolayı nice masum ve günahsız şehzade kanı döktükleri bilinmektedir. İlk halifeler (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) hazineye (beytü’l-male) ait olan devlet ve milletin malına ‘malullah’ (Allah’ın malı), halkın haklarına da ‘hakkullah’ (Allah’ın hakkı) derlerdi. Dolayısıyla bütün hakların güzel ve uygun bir şekilde korunması konusunda son derece titizlik ve gayret gösterirlerdi. Bunlar (Osmanlı Padişahları) ise, Müslümanların haklarına (ve mallarına) el koyarlar ve devletin sahip olduğu mal ve mülkleri şuna buna peşkeş çekerlerdi.”
“Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve halka galebe çalmaya hilafet denilebilir mi? İslamiyet gibi yüce bir din, böyle ezici ve kahredici bir saltanatı kabul eder mi? Mutlak adalet sahibi olan Yüce Allah, ‘Benim ahdim zalimlere ulaşmaz.’ (BAKARA 2/124) buyuruyor. Böyle ezici ve istibdat sahibi bir hükümeti İslam dinine nispet ederek adına ‘İslam hilafeti’ demek, dost ve düşmana karşı İslamiyet’i aşağılamak olur.”
“Özetleyecek olursak, gerek Emevi halifeleri ve gerekse Abbasi halifeleri hakikaten halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denmesi insanlar arasında böyle bir örfün olmasındandır. Zemahşeri’nin(ölm. 1143) tefsiri el-Keşşaf’ta az önce anılan ayetin tefsirinde Abbasi ve Emevi halifeleri hakkında, ‘Gasıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife ismini takmışlardır’ şeklinde bir açıklama yer almaktadır. Hanefi mezhebinin ileri gelenlerinden bir bölümü Muaviye’ye bile halife demiyorlar, kral, sultan diyorlar.”
“Kendimizi aldatmayalım, gerçeği olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet, İslam dünyasının bize ve bizim onlara yardım etmemiz lazımdır. Fakat bu hilafet meselesi değil, hilafetten dolayı değil, din kardeşliği meselesidir. Müslümanlar birbirlerinin kardeşi olduğundandır. Kur’an ‘Müminler ancak kardeştirler.’ (HUCURAT 49/10) buyuruyor. İşte İslam dünyasının üzerine bize yardım etmek bu din kardeşliğinden dolayı gereklidir. Yoksa bir kişinin halife adıyla heyula gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslam’da insanlar hakkında kutsallık söz konusu değildir. İslam’da, öyle Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbaniyet yani ruhani hükümet yoktur. Aynı şekilde İslam’da ne dini teşkilat, ne de idari teşkilat vardır.”
“İslamiyet mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki o da, ‘hak’tır. Mukaddes olan yalnız haklardır. Yüce Allah’ın ismi de Hakk’tır. Kutsallık da O’ndadır. Bazı dinlerin bazı şeylere verdiği kutsallığı İslamiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsallık vermemiştir, zerre kadar vermemiştir. Hz. Peygamber’in en büyük duası ‘Ey Rabbim! Eşyayı (varlıkları) bana olduğu gibi göster’ idi.”
“Şimdi size sorarım, böyle yüce bir din, birtakım şahısları halifedir diye başınıza oturtmayı ve ona taparcasına birtakım kutsallıklar vermeyi kabul eder mi? Buna imkȃn yoktur. İslamiyet bundan münezzehtir, yücedir. Bu, birtakım iğfallerden, istibdat devrinde saltanatların yapmış oldukları zulümleri örtmek için, despot hükümdarların etrafında bulunan ikiyüzlü-dalkavuk şahısların bilerek yaptıkları telkinlerden doğmuş ve giderek genel bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.” 4
KUR’AN’DA HALİFE, HİLAFET
“Half” sözcüğü “arka, ard” demek olup, “kuddȃm” “ön” kelimesinin zıt anlamlısıdır.
“Halife” kelimesi, “h-l-f” (halefe) kökünden türemiştir. “Halefe fülanen” ifadesi, “biri adına onunla birlikte veya sonrasında iş yapmak” anlamına gelir. Aynı kökten gelen hilafet ise, “yerine geçilenin kaybolması (yokluğu), ölümü, acizliği” veya temsilci yapılana şeref kazandırmak için, “birinin yerine geçmek, adına iş yapmak ve onu temsil etmek” anlamındadır. 5
Kur’an’da halȋf, halȋfe ve istihlaf aynı kökten gelen ve birbirleriyle bağlantılı olarak kullanılan sözcüklerdir. Kur’an’da istihlaf ve halȋfe sözcükleri, biri genel, öteki özel olmak üzere iki anlamda kullanılır.
GENEL ANLAMDA İSTİHLȂF
“Bütün insanların yeryüzünün halifesi olması, yeryüzündeki her şeyin emir ve yararlarına sunulması, mülkiyetin kendisine emanet edilmiş olması, yeryüzünü yönetip sahip çıkması” demektir. 6
Yeryüzünde var edilen halifenin kimin halefi, kimin temsilcisi olduğu konusunda, insan nesillerinin yerine geçtiği, insanın yeryüzünde hȃkim ve yöneten olduğu görüşleri ileri sürülmüştür.
Hiçbir ayette, halife sözcüğü Allah’a izafe edilmemiştir.
Kur’an’da, halife sözcüğü (tekili: halife veya çoğulu: hulefȃ, halȃif olarak);
*Halȋfe /hulefȃ /halȃif biçiminde yalın,
*Halȋfe / halȃif fi’l-ard biçiminde edatlı /yeryüzünde halife /halifeler anlamında veya
*Halȃifü’l-ard / hulefȃu’l-ard biçiminde /yeryüzünün halifeleri anlamında olmak üzere üç şekilde kullanılmıştır. 7
Nitekim BAKARA 2/30. ayetinin hemen öncesindeki BAKARA 2/29. ayet, Allah, “yeryüzünde olanların hepsini insan için yarattığını” belirtir. Şu halde, insanın istihlafı (halifelikle görevlendirilmesi), yeryüzüne hakimiyet ve orasını yönetmekle ilgilidir. Böylece insana, geniş bir egemenlik alanı verilmiştir.
Bu durumda insan, hiçbir biçimde, Allah’ı temsilen, Allah adına siyasi egemenlik iddiasına kalkışabilecek durumda değildir. Çünkü insanın iradesi, Allah’ın iradesinin temsili aracı değildir. 8 Allah, verdiklerini denemek için insanları, yeryüzünün halifeleri kılmıştır.
ÖZEL ANLAMDA İSTİHLȂF
a)Devlet ve Toplulukların İstihlȃfı:
Yüce Allah’ın bir millete, başkalarından sonra hȃkimiyet ve istiklȃl vermesi, birçok milletleri onun idaresi altında birleştirmesidir. Devlet ve toplulukların istihlafı bağlamında, Nuh’un ve kavminin durumu, şöyle belirtilir: “Onu (Nuh’u) yalancı saydılar. Ama Biz, onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları, ötekilerin yerine geçirdik. Ayetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak.”[sup] 9 [/sup]
Kur’an’da bu konuda Ȃd milleti ve Hud peygamber, 10 Semut milleti ve Salih peygamber, 11 Firavun dönemi ve Hz. Musa ile ilgili 12 örnekler anlatılmaktadır.
Hz. Peygamber’e ve kavmine de, Allah’ın uyarılarını dinlemeleri konusunda benzer hatırlatmalar yapılır: “Rabbin müstağni ve rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir milletin soyundan getirdiği gibi, sizleri yok eder, dilediğini yeryüzüne getirir. Size vaat edilen, mutlaka yerine gelecektir. Siz O’nu aciz bırakamazsınız. Deki: Ey milletim! Durumuzun gerektirdiğini yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler kuşkusuz kurtulamazlar.” 13
Bu örneklerin geçtiği ayetler bütünlüğü birlikte değerlendirilirse, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının temel değişkenlerinin şunlar olduğu açıkça görülecektir:
İnanç, iyi işler; dinin değişmesi, korkuların güvene dönüşmesi; salȃt ve zekȃtın yerine getirilmesi, peygambere itaat; inkȃrcıların yoldan çıkışları, cehenneme varışları…
b)Bireylerin İstihlȃfı:
Bu tür istihlȃf, devlet başkanları için söz konusudur.
Bireylerin istihlȃfı bağlamında, Kur’an’da Hz. Davut, örnek olarak verilir:
“Ey Davut! Kuşkusuz seni, yeryüzünde halife (hükümrȃn /egemen /ikdidar sahibi) kıldık. Öyleyse, insanlar arasında ADALETLİCE HÜKÜM VER, HEVESE UYMA. Yoksa seni, Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.” 14
Bu ayet, iktidar sahiplerinin kendi arzu ve heveslerine, istek ve tutkularına göre değil, adalet esaslarına göre yönetmelerini açıkça vurguluyor. 15
Ünlü İslam din bilginleri de, İslam siyaset sisteminin iki temele dayandığını belirtmektedirler:
Emanet ve adalet.
NİSA 58-60. ayetleri incelendiğinde kamu işlerinin ele alındığı görülecektir. Çünkü bu ayetler sırasıyla 1) İşin ehline verilmesini, 2) Adaletli hüküm vermeyi, 3) Ulu’l-emre itaat edilmesini düzenlemektedir.
“Padişahım eğer din ile devlet bir arada yürürse hem devlet yıkılır hem de din yıkılır.”
Meşhur Yeni Osmanlılar’ın kurucularından Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Aziz’e yazmış olduğu Fransızca Mektuptan 16
TÜRKİYE’Yİ LAİKLEŞTİREN YASALAR
1.Mart.1924 günü Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmasında, “Cumhuriyetin bugün ve gelecekte her türlü saldırılardan kesinlikle ve sonsuza kadar korunmuş bulundurulması” için gerekli olan önlemlere değindi. Ertesi gün (2.Mart) halk Fırkası Grubunda, bu konuyla ilgili olarak gerekli kararlar alındı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, işte bu ön hazırlıklarla 3.Mart.1924’e gelmişti ve o gün görüşülmesi gereken yasa tasarıları ve gerekçeleri hazırlanarak Meclis başkanlığına sunulmuştu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 3.Mart.1924 tarihinde üç önemli önerge ele alınmış ve tartışılarak yasalaştırılmıştır. “Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar” olarak da adlandırılan üç yasa sırasıyla şunlardır:
429 sayılı “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkȃn-ı Harbiye-i Umumiye Bakanlıkları’nın Kaldırılmasına Dair Kanun”,
430 sayılı “Tevhȋd-i Tedrisat (Öğretimlerin Birleştirilmesi - Öğretim Birliği) Kanunu ve
431 sayılı “Halȋfeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkarılmasına Dair Kanun”.
429 ve 431 sayılı yasalarla hem Halifelik hem de Şer’iye ve Evkaf Vekȃleti kaldırılmıştır. Ayrıca eğitimi laikleştiren 430 sayılı “Tevhidi Tedrisat (öğretimin birleştirilmesi)” yasası da aynı gün çıkarılmıştır. Bu yasa ile birlikte mektep ve medrese ikiliğine son verilmiş, eğitimde birlik ve bütünlük sağlanmıştır. 17
Bunlardan 429 sayılı Kanun’un birinci maddesi ile getirilen hüküm şudur:
“Türkiye Cumhuriyeti’nde, kişiler arası ilişkileri düzenleyen hukuki işlemlere (muamelȃt-ı nȃs) ait hükümlerin yasama ve yürütme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun oluşturduğu hükümete aittir. İslam dininin bundan başka (yani muamelȃt-ı nȃs’tan başka) inançlar ve ibadetler ile ilgili bütün hükümlerinin ve işlerinin yürütülmesi ve dinȋ kurumların yönetimi için Cumhuriyet’in başkentinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı makamı kurulmuştur.” Bu hükümler, devletin ve toplumun yapılandırılması ve yönetilmesiyle ilgili konularda yasama ve yürütme yetkisinin T.B.M. Meclisi ile onun oluşturduğu Hükümet’e ait olduğu belirtilmektedir. Böylece toplumu ve devleti yönetmede din kuralları yerine, gelişen ve değişen ihtiyaçlar doğrultusunda insan aklının bulduğu kurallara göre yönetmek esası benimsenmiştir. Yani din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış, din, politika üstü saygın yerine konmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir yapıya kavuşması yolunda en ciddi ve ileri bir adım atılmıştır. İşin dikkate değer ve bugünkü Türk aydınlarına ve özellikle de din adına laikliğe dil uzatanlara, laikliği bir türlü anlayamayan, anlamamakta ısrar eden sözde dindarlara en büyük dersi oluşturan yönü ise, 429 Sayılı Yasa’nın önergesini verenlerin başında, daha önce Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi gibi bir din bilgininin bulunmasıdır. Gerçekten de Meclis’in o günkü müzakerelerine ait olan tutanaklar okunduğunda görülecektir ki, üye sayısının % 30’a yakını din bilginlerinden veya bu konuda yetkin kimselerden oluşan 1924 Meclisi, toplum ve devlet işlerini yönetmede din kuralları yerine yasalara dayanma esasını getirerek, din işleri ile devlet işlerini birbirinden ayırmakta ve dolayısıyla toplumla ilgili bütün işlemlerin düzenlenip yürütülmesinde, dinȋ hükümlere bağlı kalınmaksızın T.B.M. Meclisi’nce yapılacak yasal düzenlemelerin esas alınmasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin buna göre yönetilmesinde dinȋ açıdan hiçbir sakınca görmemiştir. Örneğin, Milletvekilleri, halifeliğin kaldırılmasını uzun uzun tartıştıkları halde, din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması konusunu oy birliği ile kabul etmiş, tartışmamıştır bile… 18
429 Sayılı Yasa’nın yürürlüğe konmasıyla,
1. maddesi hükmü gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı,
7. maddesi hükmü gereğince Vakıflar Genel Müdürlüğü, Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuşlardır.
9. maddesi hükmü gereğince ise, “görevlerinde bağımsız” kaydı ile Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur.
Dolayısıyla 3.Mart.1924 tarihi aynı zamanda her üç değerli kurumumuzun da kuruluş tarihi olmaktadır.
430 sayılı Tevhidi Tedrisat (Öğretimlerin Birleştirilmesi-Öğretim Birliği) Kanunu‘nun da sadece gerekçesine bakmak, amaçları hakkında gerekenleri fazlasıyla öğrenmeye yetecek niteliktedir. Bu Kanun’un gerekçesinde şöyle deniliyordu:
“Bir devletin genel eğitim ve kültür politikasında, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak için öğretim birliği en doğru, en bilimsel, en çağdaş ve her yerde yararları ve güzellikleri görülmüş bir ilkedir. 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan sonra açılan Tanzimat döneminde, (bugün) yıkılmış bulunan Osmanlı saltanatı da öğretim birliğine başlamak istemiş ise de bunu başaramamış ve aksine bu konuda bir ikilik bile meydana gelmiştir. Bu ikilik eğitim ve öğretim birliği açısından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder.”
Demek ki, Öğretim Birliği Yasası’nın (Tevhidi Tedrisat) en temel amacı, Misak-ı Milli ile çizilen sınırlarımız içinde yaşayan bütün insanlarımız arasında “duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını sağlamaktı”. Yani bir türlü eğitimle, bir türlü insan yetiştirmekti. Bir başka deyişle, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkını” kelimenin açık anlamıyla “Türk milleti” haline getirmekti.
Yasa’nın ikinci amacı: Bir önceki yasa ile oluşturulmuş olan laik toplum’u ve laik devlet’i anlayıp kavrayabilen ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün nitelikleri ile birlikte sonsuza kadar yaşatma idealine gönül vermiş, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetimizin temel niteliklerini yaşamlarının amacı haline getirmiş yeni Türk nesillerini kadın-erkek ayırımı yapmadan yetiştirmekti.
Öğretim Birliği Yasası’nın, daha ilkokul öğrencilerinden başlayarak yeni kuşaklara öğretilmesi gereken esas yönü, bu “duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını sağlamak” yanı olmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek için bir ülkede ancak bir türlü eğitim görülmesi gerektiği üzerinde ilkokul’dan başlanarak her kademedeki öğretimimizde önemle durulmalı idi. Ama bu yasa amacının, üniversite programlarımız dȃhil, öğretimin hangi aşamasında ciddiyetle ele alındığı, zihinlere ve gönüllere nakşedilip ne kadar gerçekleştirildiği, araştırılmaya değer bir konudur.
İşin bu yanı nesillerin yüreklerine yeterince yerleştirilemediği için, başta dini eğitim ile sivil eğitim arasındaki farklılıklar olmak üzere, Batı etkisinde fazlaca kalmış olan kolej vb. okullarımız da dȃhil, bir millet fertlerinin ancak tek türde öğrenim görebilecekleri esası da büyük ölçüde zedelenmiştir. Dolayısıyla ülkemizde sadece iki türlü değil, çok türlü eğitim kurumları meydana gelmiş, bu ise sadece iki türlü değil, çok türlü insan yetiştirmeye yol açmıştır.
Böyle olunca da “duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçları”etrafında toplanmış “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” anlayışı büyük ölçüde zedelenmiştir. Oysa denildiği gibi amaç, Türkiye halkını “Türk milleti” yapmaktı. Bunun için ise başta merhum Atatürk olmak üzere, Cumhuriyetimizi kuranlar, işin sağlıklı yürüyebilmesi için gerekli formülleri de bulup uygulamışlardır. 19
Öte yandan, 429 sayılı Kanun ile din ve devlet işleri birbirinden ayrıldığına ve inanç ve ibadetlerle ilgili bütün işlerin yürütülmesi görevi Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiş bulunduğuna göre, halifeliğin bir anlamı ve fonksiyonu da artık kalmamıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik niteliğinin de laik niteliğinin de tam anlamıyla gerçekleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi açılarından halifeliğin kaldırılması kaçınılmazdı. 431 sayılı Kanun ile bu gerek yerine getirilmiştir. 20
Bu yasalar özellikle halifeliğin kaldırılması laiklik yolunda önemli bir adımdır.
Görülmektedir ki 3.Mart.1924 tarihi, Cumhuriyet tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu tarihte yasalaşan üç önemli Kanunun, çağdaş, demokratik ve özellikle laik devlet ve toplum yapısına kavuşmak açısından oynadığı büyük rol ortadadır. Laik yapının benimsenmesinde İslamiyet açısından hiçbir sakınca olmadığı da, 1924 Meclisi’ndeki din bilginlerinin bilimsel açıklamalarıyla ortaya konulmuştur. İşte bu bakımdan 3.Mart.1924 tarihi çok önemlidir.
Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları, ‘Halife Meclis’in, Meclis Halifenindir’ safsatasıyla, Millet Meclisi’ni Halifenin danışma kurulu ve halifeyi Meclis’in, dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek isteyenlere karşı Türk Milletinin çağdaşlaşması yolunda kararlı ve azimli olan Atatürk, Büyük Nutuk’taki ilgili bölümün sonunda şöyle demektedir:
“İnsanlık dünyasında, din konusundaki uzmanlık ve derin bilgi, her türlü hurafelerden arınarak gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla tertemiz ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde rastlanacaktır.” 21
1 Bu nitelendirme Osmanlı tarihlerinde yer almaktadır.
2 ULUĞ, Naşit Hakkı, Halifeliğin Sonu, İstanbul, 1975, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 10-11.
3 Öztürk, Prof. Dr. Yaşar Nuri, İslam Nasıl Yozlaştırıldı? (Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid’atlar), İstanbul, 2000, Yeni Boyut Yayınları, s. 13.
4 İzmir Mebusu Mehmet Seyit Bey’in bu konuşmasından bölümler için bakınız: Öztürk, Prof. Dr. Yaşar Nuri, İslam Nasıl Yozlaştırıldı? (Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid’atlar), İstanbul, 2000, Yeni Boyut Yayınları, s. 14-22. [Bu konuşma, kısmen sadeleştirerek ve parantez içi açıklamalarla ara başlıklar ekleyerek Sayın Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk bey tarafından düzenlenmiştir.]
5 İSFAHANİ, Ragıb, El-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, “H-l-f” maddesi, s. 223, İstanbul, 1986.
6 BAKARA 2/30.
7 AKYÜZ, Doç. Dr. Vecdi, Kur’an’da Siyasȋ Kavramlar, İstanbul, 1998, Kitabevi Yayınları, s. 130-131.
8 FIĞLALI, Prof. Dr. Ethem Ruhi, “Egemenlik Kimindir?”, Türkiye Günlüğü Dergisi, sayı: 45 (Ankara, 1997), s. 24.
9 YUNUS 10/73. Ayrıca bakınız: A’RAF 7/59-64.
10 A’RAF 7/69. Ayrıca bakınız: A’RAF 7/65-72; HUD 11/56-57. Ayrıca bakınız: HUD 11/58-61.
11 A’RAF 7/74. Ayrıca bakınız: A’RAF 7/75-79.
12 A’RAF 7/75-79. Ayrıca bakınız: A’RAF 7/130-137.
13 EN’AM 6/133-134.
14 SAD 38/26.
15 AKYÜZ, Doç. Dr. Vecdi, Kur’an’da Siyasȋ Kavramlar, s. 134-135.
16 Bu mektubu Namık Kemal ile beraber Sadullah Bey Fransızcadan Türkçeye çevirmiştir. Bakınız: KAYNAR, Ord. Prof. Dr. Reşat, Türkiye Cumhuriyeti’nin Laikleşmesinde 3 Mart 1924 Tarihli Kanunların Önemi (Panel), Ankara, 1995, s. 13-14.
17 GENÇ, Prof. Dr.Reşat (Hazırlayan), Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, 3 Mart 1924 Tarihli Meclis Müzakereleri ve Kararları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2005, s. X.
18 GENÇ, Prof. Dr.Reşat, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, 3.Mart.1924 Tarihli Meclis Müzakereleri ve Kararları, Önsöz’den s. X-XI.
19 GENÇ, Prof. Dr.Reşat, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, 3 Mart 1924 Tarihli Meclis Müzakereleri ve Kararları, s. XI-XII.
20 GENÇ, Prof. Dr.Reşat, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, 3 Mart 1924 Tarihli Meclis Müzakereleri ve Kararları, s. XIII.
21 KAYNAR, Ord. Prof. Dr. Reşat, Hilafet Sevdası Karşısında Milli Hakimiyet Mücadelesi’ndeki Sunuş Yazısından, Ankara, 2005, s. VIII.
Sedat ŞENERMEN, 2 Mart 2014

http://www.milliiradebildirisi.org

