Kenefe Zaptiye Yazılmak?! / İlker SARIER

Kenefe Zaptiye Yazılmak?! / İlker SARIER

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzt Kas 21, 2011 13:47

Kenefe Zaptiye Yazılmak?!

AKP iktidarı ile değil de, bir AKP kurgusu olan bugünkü sefil CHP ile uğraşmak “kenefe zaptiye yazılmak” değilse nedir?

Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç’in Cumhuriyet’e karşı “örtülü” psikolojik harp taktiği!

Engin Ardıç ile onun “paltosundan çıktığını” söyleyen Ahmet Kekeç isimli köşe yazarlarının bu dönemde medyada ayrıca nasıl bir işlev üstlendiklerini sorgulamak gerekiyor.

Bu iki yazarın “kalem kullanma” sanatındaki yerleri nerededir diye sorulacak olursa, belli bir lezzet de taşıyan “okunur” yazılar yazdıklarını kabul etmeliyiz.
Muarız olmamız bu gerçeği değiştirmez.

Ana dilimizi “teknik” anlamda iyi kullanıyorlar, hâkimiyetleri yerinde, edebiyat, tarih ve sair entelektüel bilgi ile besleniyorlar, damakta lezzet bırakan yazılar çıkartabiliyorlar.

Bu nokta, bizim yaptığımız işte önemlidir.

Böyle bir maharetiniz varsa, bu beceri sizi ötekilerden ayrı bir sınıfa koyar.

Fakat siyasi iklimin sertleştiği dönemlerde, safların bilerek kamplaştırıldığı bir konjonktürde artık yazarın “nasıl” söylediği değil, “ne” söylediği önem kazanmaya başlar.

Şöyle ki:
9 yıllık AKP iktidarıyla Türk toplumu türlü çeşit angajmanlara tabi tutulmasaydı, ekonomi gerçek anlamda tıkırında olup, insanların refahı reel olarak yükselmiş olsaydı, sürekli sorun yaratan değil de problem çözen bir iktidara sahip bulunsaydık, yazar - çizer tayfası olarak bizler de hem seçtiğimiz konularla hem de sunuşumuzla şıklığın, gösterinin, becerinin peşinde koşacaktık. Tribünlerin keyfi yerinde olacağı için bizlerin de “espri” ve “maharet” arayışlarımız giderek yükselecekti.

Ama öyle bir atmosferde yaşamıyoruz!

O yüzden de Hıncal Uluç’un 7 yıldızlı masalları, Güneri Cıvaoğlu’nun hedonizmi, Ertuğrul Özkök’ün maymun iştahlılığı, feci biçimde sırıtıyor.

Dönemin ciddiyeti, “nasıl” söylendiğini değil, “ne” söylendiğini önemli hale getirdi.

İstihbarat savaşlarının tozu dumana kattığı şu ortamda, bir de dünyanın merkezinde konumlanmış bulunan Türkiye’nin özel şartlarında, medyada bir yaprağın kımıldaması bile politik bir anlam taşır hale gelmiş, getirilmiş durumda.


Nitekim bir zamanların en çok aranan çiçek, böcek, sevda, şiir ve sair üzerine döktüren Haşmet Babaoğlu gibi kalemler birer dolgu maddesi haline geldiler.
Sabah’tan Ayşe Özyılmazel’i, Vatan’dan Dilek Önder’i veya Hürriyet’ten Ayşe Arman’ı anmaya bile gerek yok. Sinema aktristleri bile Ayşe Arman kadar frapan resim vermiyorlar. Kadına gazeteci demek için bin şahit lazım.

Nasıl söylendiği değil de “ne” söylendiği önem kazandığı içindir ki, artık Nuh Gönültaş’lar, Berat Özipek’ler, İsmail Küçükkaya’lar, Akif Beki’ler, Nasuh Güngör’ler, İbrahim Kiras’lar, Yiğit Bulut’lar, Mahmut Övür’ler,Yavuz Semerci’ler, Mehmet Baransu’lar, Rasim Kütahyalı’lar, bittabi Emre Aköz’ler ve isimlerini buraya sığdıramayacağımız miktarda “eleman” çok daha “aranan” personel haline geldi.

Çünkü bunların koro halinde dile getirdikleri söylem, kamuoyunun kafasını her gün biraz daha karıştırıyor, suyu bulandırıyor, Türkiye’nin “avlanması” kolaylaştırılıyor.
Heyetin içinde, çok daha önce “cepheye” yerleştirilen Şamil Tayyar’ı niye saymadın diyecek olursanız, hizmetlerinin karşılığı olarak o şimdi mebus!

Dönüşme ve devşirilme hususunda Oral Çalışlar ile birincilik kürsüsünü paylaşacak yetenekte bir gazetecidir kendileri.

Uzun yıllar mas-media’da esamileri okunmamış kimi unsurların, bugün kıymete binmiş olmalarının yegâne sebebi konjonktürel ihtiyaçtır.


Bölge coğrafyasının yeniden şekillendirilebilmesi için, aynı anda Türkiye’nin şekillendirilmesi, bunun için de kitleleri manipüle eden medyanın şekillendirilmesi gerekiyordu. Küresel güç odaklarına bölgede muazzam maddi ve politik çıkarlar sağlayacak bu stratejinin tıkır tıkır işlemesi için esaslı bir medya operasyonu şarttı ve adeta “adam adama markaj” titizliği ile oya gibi işlendi ve bugünlere gelindi.

Adı geçen “gazeteci” zevatın “dönemsel” değeri buradan geliyor.

Medyada ne kadar mikrofon ve kürsü varsa işgal edilmesi gerekiyordu, cephe geniş ve kalabalık tutulmalıydı. Ayrıca da, hem skolastik hem de plastik hale gelmiş maruf liberal kadrolar yeteri kadar yorulmuş ve yaşlanmışlardı.

TESEV’den başka hiçbir Allah kulunun itibar etmediği bu kadronun yanına taze kan gerekiyordu, temin ettiler.

Esasen bunların politik eşiği, Reha Muhtar’ın referans eşiğinden veya Aykut Işıklar’ın magazin eşiğinden daha yukarıda değildi ve zaten olamazdı da. Ama ne yapsınlar eldeki malzeme de buydu.

Asıl maksat köşeleri işgal etmekti, ettiler ve “makale”den, “kıssa”dan başka her şeye benzeyen yazılarla gazeteleri berbat ettiler. Ana dillerine vakıf değiller, edebi seviye sıfır, sanat hak getire, dolma tüfek gibi koltuk altlarına sıkıştırılan konuları namluya sürmekten başka bir iş yapmıyorlar.

Bunların biraz daha kıdemli ve kurnaz olanlarından, Serdar Turgut ve Ergun Babahan gibileri şatafatlı laflarla süsleyerek ya Gülen Cemaati’ne sığındılar ya da Ertuğrul Özkök veya Güneri Cıvaoğlu gibi hedonist olanları 3 maymunu bıraktılar 33 maymunu oynuyorlar.

Neticede, Türk medyası ele geçirildi.

Cılız, “muhalefetmiş gibi” bir muhalefet de Sözcü gazetesi üzerinden Emin Çölaşan ile zavallı Necati Doğru’ya ihale edildi. Oradaki plan da kuşkusuz, medyada çok seslilik varmış havasını yaratmaktı. Bu da “ifade özgürlüğünün” kesinlikle kalmadığı politik atmosfere “özgürlük” izafe etmek anlamındadır.

Sabahları gazetelerimi alırken bayi önünde, derli toplu insanlar görüyorum, bir “Sözcü” istiyorlar ve kollarının altına koyup evlerinin yolunu tutuyorlar. İçim kan ağlıyor. Çünkü o insanlar, ancak bu seviyede bir “muhalefet” ile, bu “gazetecilik” ile yetinmiş oluyorlar. Yetinmek zorunda bırakılıyorlar.


Düşünün ki; Hürriyet’ten, Milliyet’ten ve Sabah’tan umudunu kesmiş insanlar Sözcü ile “yetinmek” zorunda kalıyorlar, onu da sahiden “muhalefet yapıyormuş” zannediyorlar. Bu fotoğraf, ilk olarak, medyanın ne kadar anlamlı biçimde dizayn edildiğini gösterir, ikinci olarak da Aydın Doğan ile Dinç Bilgin’in hemen tamamını yönettikleri Türk medyasını nasıl yıktıklarını ve sattıklarını gösterir, sadece kişisel hırsları ve açgözlülükleri sebebiyle.

Peki!

Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç bu tabloda nereye oturuyorlar?

Engin Ardıç, kendisine bir isim koymamıştır bugüne kadar. Uyanıktır, “izm”lerin bu coğrafyadaki müstakbel tehlikesinin farkında olacak kadar uyanıktır üstelik. Sorun bakın, hayatında hiçbir cemiyete üye yazılmamıştır. Bu hem onun “asosyal” tabiatından kaynaklanıyor hem de uyanıklığından. Yarın bir gün bir yerlerde adımı çıkmasın abi! Çekmesinler salyaya!

Engin, Türk medyasının “dergicilik” alanında ilk ırzına geçenlerden Ercan Arıklı’nın (rahmet istedi) Nokta dergisinde attı ilk yazı adımlarını. Şöhret basamaklarının ilk adımları oradadır, Ercan’ın gözüne girmek ve dergide kendisine bir popoluk yer açmak için bütün doğal çevresini sattı, Türk sinema ve tiyatro dünyasına söylemediğini bırakmadı.

En yakın arkadaşı Ferhan Şensoy’dan başlayın, o alemde “ekmek” kavgasında bulunan herkese giydirdi. Yalnızlaşmayı göze aldı çünkü tabiatı buna müsaitti.
Daha sonraları da, yazı yazdığı gazetelerde ölenlerin arkasından dümdüz giden yazılar yazmakla şöhretine şöhret kattı.

AKP öncesi dönemdeki yazarlığında, ana çizgisi Türkiye ve Türkleri küçümseyen, Fransa’yı ve Paris’i yücelten Frankofon bir “Tanzimat aydınlığı” ötesine geçmez, Türk’e ait her şeyle alay ederek ve ölenlerin ardından laf sokuşturarak dikkat toplar.

Teknik anlamda entelektüel seviyesi iyidir fakat ne insani ne de toplumsal duyarlılığa sahiptir.

Engin Ardıç’ı okuduğunuzda bilgilenirsiniz, bir lezzet de alırsınız fakat aynı zamanda karşısında susuzluktan geberseniz, bir bardak su vermeyeceğinden de emin olursunuz.

O medya basamaklarını birer birer çıkarken, dostluk, arkadaşlık, vefa, sadakat, paylaşma, esirgeme gibi insani değerlerle köprülerini de birer birer yakmayı tercih etmiştir. Nihayet bu onun kişisel tercihidir denilebilir.

Ama gazeteci iseniz, yazı tekniğini de iyi kullanıyorsanız, sizin bu özelliklerinizi değerlendirecek arka planlar boş durmayacaktır.

Nitekim de sonuçta öyle oldu.

Hayat Engin Ardıç ile çok farklı kulvarlardan gelen Ahmet Kekeç’i aynı mevzide yerleştirdi.

Kalemini “kişisel istikbali” için keskin bir kılıç gibi kullanmaya meyyal biri, ülkeleri ve toplumları yönlendirmeyi meslek edinmiş istihbaratçılar için bulunmaz hint kumaşı sayılır.

Yönlendirmek mi istiyorsun, dikkatli takip et, mizacını çöz, yalnızlığa mütemayil ise onu yalnızlaştıracak konuları servis et, cesaretlendir, yücelt, yükselt, ün ve para ile taltif et, iyice yalnızlaştırdıktan sonra da istediğin gibi yönlendir. O zaman tutunacak veya kaçacak hiçbir tarafı kalmayacaktır.

Ne tesadüftür Ahmet Kekeç de aynı mizaçta.

Asosyal bir kişilik, kimseye eyvallahı olmayan bir figür veriyor. Gazetedeki yeni fotoğrafının kravatlı olup olmaması bile günlerce tartışıldı bir ara. Muhafazakârlığın neresinde olduğu belli değil, liberalizmin neresinde o hiç belli değil, demokratım diyor, AKP’den demokrasi bekleyenin çölde yağmur beklediğini bilmiyor.

En son birkaç gün önce, kendisi yazdı da muttali olduk, bir zamanlar Cem Boyner’in YDH (Yeni Demokrasi Hareketi’ne) asker yazılmış meğer, Cengiz Çandar’la beraber.
Demek ki “siyasi akıl” da sıfıra yakın.

İster Cem Boyner’den girin, isterseniz Cengiz Çandar’dan girin, sonunda çırak çıkartılacak olan yine Ahmet Kekeç’tir.


Cem Boyner ortada. AKP’nin yıllar sonra denemeye kalkıp yüzüne gözüne bulaştırdığını “Kürt açılımı”nı önce ona yaptırdılar, mayın eşeği gibi kullanıp nabız yokladılar, yürümeyince siyaseten sildiler, şimdilerde ekmeğini karısının TÜSİAD’da ön planda tutulması pahasına yiyor.

Tıpkı Aydın Doğan’ın pijamalarını giymiş evde saklanırken biçare kızı Arzuhan Yalçındağ’ı TÜSİAD’a amele koşması gibi bir durum.

Cengiz Çandar’ın peşine takılmasına bakacak olursanız, o gene hepten yanlış.

En yakın dostu Turgut Özal idi, rahmet-i rahmana kavuştu. Cengiz Çandar gibi üzerlerinden oyun kurgulanan adamlar, “Allah bir” deseler inanmayacaksın, aniden “Allah iki” demeye başlar apışır kalırsın. 28 Şubat operasyonunu, Cengiz Çandar ile Mehmet Ali Birand’ın mağduriyeti (!) üzerine oturttular da iş bittikten sonra en mutena noktalara yerleştirmediler mi?

Şimdilerde de Fatih Çekirge, “sevgili abisi Hasan Cemal’in Kandil ilişkilerini kutsayıp, PKK ile devlet görüşmesin, bence bu arabuluculuğu Hasan Cemal yapsın” derken acaba neyi amaçlıyor, kimler adına bu teklifi masaya atıyor?

Bunların peşine takıldığında, eninde sonunda çırak çıkılacağını Ahmet Kekeç öğrenemediyse, ne vakit öğrenecek?


Son dönemde irili ufaklı bir sürü gazete zuhur etti, Türk medyasını teşrif ettiler.

Esasta değil “sözde” muhalefet eden Sözcü nam gazete, Ahmet Altan’ın çıkardığı Taraf gazetesi, benzincilerde bedava dağıtılan Bugün gazetesi ve daha bir sürü istihbari arka planlı gazete ve tabii “nesebi sahih” olmayan “Star” gazetesi dikkat çekici. Bu gazetenin başyazarı ve “görünen koordinatörü” Mehmet Altan’dır.

İki birader, biri Taraf gazetesini, öteki Star gazetesini çıkartıyor, düzenliyor, kadrolarına ve yazarlarına karar veriyor, örgütlüyor, bütün haber ve yorum akışını denetliyor.

Nasıl olduysa düğün davetiyesi basan matbaalar, gazete çıkartır oldular.

Star gazetesinin künyesinde ne var biliyor musunuz, “operasyon grup başkanı” diye bir makam var.

Türkiye’de ilk defa bir gazete künyesinde “operasyon grup başkanlığı” diye bir etiket görüyoruz. Ne demekse, ne manaya geliyorsa?

Çekinmeseler gazeteyi örgütleyen istihbarat kurumunun adını koyacaklar künyeye.


Bu kadar gözleri döndü.

Ama Ahmet Kekeç, nasıl bir gazetede yazı yazdığının farkında mı derseniz, o soruya da kendisi cevap arasın.

Bütün bu manzaraya rağmen, Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç, yazılarında seçtikleri hedef bakımından diğerlerinden ayrılıyor.

Engin’in hedefinde şaşmaz biçimde Cumhuriyet tarihi, tek parti dönemi ve genel olarak CHP var. Ahmet Kekeç’in hedefi ise daha kişisel, varsa yoksa Kemal Kılıçdaroğlu, her Allah’ın günü bu “siyaset karikatürüne” saydırıyor.

Acaba niye?

Çok genel olarak tabii ki, AKP iktidarının köpeksiz köyde değneksiz gezdiği ortamda, çaresizlikten veya inanarak, bilerek veya bilmeyerek CHP’ye umut bağlayan kitlelerin inanç ve düşüncelerinde kırılma yaratmak için.

Özel olarak Cumhuriyet’e, genel olarak da milli tarihine saygı besleyen insanların bu saygısını örselemek, aidiyetlerini zafiyete düşürmek için.

Bu saldırı öyle organize görünüyor ki, her gün televizyon reklamları, haberler, tartışmalar ve yorumlarla “liberal soygun” sistemi önünde insanlarımızın diz çöktürülmeye çalışılması yetmezmiş gibi, öbür taraftan “cumhuriyet” bilincine ve cumhuriyet değerlerine saldırı da ihmal edilmiyor.

İşte bu ikinci işin uzmanları (kullanılan kalemleri) Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç!

Onlara da Türk medya tarihinde böyle bir dol düşmüş oluyor böylece.

Akşam gazetesindeki köşesinden ustası Ahmet Altan’a ikide bir saygılarını sunan Nagehan Alçı’nın “Atatürk diktatördü” açıklamasını bu bağlamda nasıl okumak gerekir acaba?

Öbür taraftan, her konuya maydanoz Reha Muhtar’ın aldığı eleştirilen karşısında Nagehan Alçı’yı sahiplenmesini, nasıl anlamak gerekiyor?


Yukarıda andığımız iki “ustası” tarafından daha sistemli olarak “dolaylı” biçimde aşağılanmaya çalışılan, tartışılabilir kılınmaya gayret edilen Cumhuriyet değerlerine, Nagehan Alçı sahip çıksa ne olur, çıkmasa ne olur?

Mareşal Mustafa Kemal’in tarihi değeri, herhalde Nagehan’lara kalmış değildir. Kalmaz da!

Bu gibi kendini bilmezlere gerçekleri öğretmeye kalkmak da abestir.


Ama Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç’in durumu farklı. Bu ikisi yaşını başını almış, entelektüel geçinen aydın demokrat faslından medyada ekmek yiyen kalem erbabı.
Meydanı bunlara bırakmak, meydanı boş bırakmak olur.

Bu ikilinin “ha”sı gitmiş “fız”ı kalmış zavallı CHP üzerinden sürekli gönderme yaptıkları Cumhuriyet kadrolarının gerçek lideri Gazi Paşa’nın neden hedefte tutulmaya çalışıldığını bizzat onun aşağıdaki sözlerinden anlayabiliriz.

Şöyle diyor Mustafa Kemal:
“Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.”


Bir insan hayatını kaybettikten yıllarca sonra, kendi bakış açısına ve hissiyatına yöneltilecek saldırıların adresini bu kadar net ve açık verebilir mi?

Veremez diyeceksiniz ama Mustafa Kemal vermiş!

Yunanistan’ın bugünkü haline bakın, örnek ortada kabak gibi duruyor.

Bu cumhuriyet bilincine yönelik sistemli saldırıların asıl amacı ne peki?

Türkiye’den de bir Yunanistan çıkarmak, milletin bağımsızlık ve özgürlük bilincini yok etmek.

Daha somut nasıl konuşulur:
Cep telefonlarına arayıp sormadan mesaj atıyor bankalar.

Gel kimliğini göster, 25 bin lira ihtiyaç kredin hazır, diye...

İhtiyacın var mı, yok mu orası mühim değil. Kafa çelici bir teklif, git parayı al, borca gir, havadan gelen para nasılsa har vurup harman savur, sonra bağımlı hale gel, para ile kişisel özgürlüğünü değiş tokuş et.

Öyle bir küresel kumpas çalışıyor ki, bırakın sokaktaki gariban vatandaşı, bu memlekette işadamı geçinen çete çoktan milyarlarca dolar borçlu hale getirildi. Neden TÜSİAD’dan, TOBB’dan çıt çıkmıyor, neden AKP’nin peşi sıra gidiyorlar? Hepsi borçlu, batık da ondan. Küresel sermaye veya güç adresleri işadamlarının burnuna halkayı böyle takıyor da ondan.

Artık ülkeler ve milletler istila edilerek esir edilmiyor. Borçlandırıyorsun ve içeride kritik noktalara adamlarını yerleştiriyorsun, medyalar üzerinden de kendi paradigmalarını dayatıyorsun, iş bitiyor.

Hindistan’da çok dilin, çok dinin ve çok kültürün bir arada yaşadığı muhteşem bir demokrasi hüküm sürüyor diye yazabilen Mehmet Barlas’ın, başka bir zaman “Hindistan’da insanların dörtte üçü günde 3.5 lira ile yaşıyor” diye yazabilmesi de yaşadığı bilinç yarılmasını göstermiyor mu?

Şimdi soyunmuşlar birlikte CHP’yi adam etmeye, Kılıçdaroğlu’ndan daha nitelikli bir lider bulmaya çalışıyorlar.

Mütercim aydınların, derdi aslında demokrasi de değil, onlar kendilerine verilen işleri yerine getirmek için ve kişisel ikballerini sürdürmek için çırpınıyorlar.

Biteviye “demokrasi ve insan hakları” üzerine palavra sıktıklarına bakmayın, sadece kendilerine “AKP’nin gerçekleştirdiği milyarlarca dolarlık özelleştirmelerin üzerindeki karanlık perde”den söz edin, o saniye yatağın altına saklanırlar.

Cumhuriyet’e husumetleri ile temayüz eden Ardıç ve Kekeç biraderler, bunların hepsini domuz gibi bilirler de niye yazmazlar dersiniz?

Engin Ardıç’a yeni patronu Ahmet Çalık 500 bin doları niye verdi sanıyorsunuz?


Ona ver dediler, verdi. Ver diyenler de nelerin yazılmayacağını biliyorlardı zaten.

Ahmet Kekeç daha gariban, onun cebine bu kadar para da girmiyor.

Ne ki o da Hilal-i Ahmer’e hizmet eder gibi çevirmiş kıblesini Kemal Kılıçdaroğlu’na, ha babam saydırıyor.

Ana muhalefete sürekli giydirmek suretiyle, onu meşrulaştırmak ve kişileştirmek, hüviyet kazandırmak. Hem de olmayan hüviyeti kazandırmak.


Dikkat buyurunuz, bu suretle memlekette bir “muhalefet mercii” varmış havası pompalanıyor.

Birinci görev cumhuriyet değerlerine çakmak ise, ikinci görev de bu.

Bir taşla iki kuş.

Yoksa kendisi gibi Yeni Demokrasi Hareketi’ne sempati beslediği ortaya çıkan Kemal Kılıçdaroğlu’na, Ahmet Kekeç niye vursun ki?

TESEV’in kurucuları arasında olduğu da gündeme oturtulan Kemal Kılıçdaroğlu ile bizim Ahmet Kekeç arasında ne tür bir ideolojik ayrılık var ki acaba?

Bu iki gazeteciden TESEV denilen aygıtın hangi dış güç odaklarından sürekli fonlandığını, Can Paker’in bu parasal imkânlarla hangi sivil toplum örgütlerine nasıl sızdığını, Can Paker’in kayınbiraderi Mehmet Barlas’ın “28 Şubat’ta” kovulduğu cihetle sürekli gözyaşı döktüğü Sabah gazetesine yeniden başyazar olarak nasıl kurulduğunu sorgulamaları teklifinde bulunacak kadar gaflete düşmüş değiliz.


Bunlar alenen işlenen işler.

İlginç olan bu arkadaşların mükemmelen yürüttükleri tecahül’ü arifaneleri!

Ne kadar komik duruma düştüklerini şuradan anlamak da mümkün.

Bunların hedef tahtasına oturttuğu CHP ve tabii ki Kemal Kılıçdaroğlu, şu günlerde bir kanun taslağı hazırlamakla meşgul:
“Vicdani ret” yasasının hazırlığını CHP yapıyor. Başında Sezgin Tanrıkulu var.

Eee, sizin bütün liberal tayfanız vicdani ret insan haklarına girer diye vaveyla kopartırken, işte beğenmediğiniz CHP, yasayı hazırlıyor. Daha ne CHP’ye vurmaktasınız diye sormuyorum, neden vurduklarını açıklamaya çalışıyorum.


Dümene bakın:
AKP’nin kendisinin dillendiremeyeceği riskli işleri CHP’ye yaptırıyorlar.

AKP mi yaptırıyor yoksa o cenahtan bir takım başka odaklar mı orası ayrı?

6 ay önce “bedelli askerliğe” açıkça karşı çıkan Erdoğan’a nasıl bedelli’yi yaptırdılarsa, belki de vicdani ret yasasının da ona çıkarttıracaklar.

Buraya bir mim koymak lazım:
Bedelli askerlik olur olmaz, ayrıca tartışılır.

Ama “vicdani ret” yasası, sadece Türkiye cumhuriyeti için değil, Türkler’in dünyadaki varlığı ve istikbali için tam anlamıyla bir nükleer bombadır.

NATO üzerinden zaten yıllardır zafiyete maruz bırakılan Türk Milli Ordu’sunun ortadan kaldırılması projesidir vicdani ret operasyonu.


Yüzlerce yıldır yaşayan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin belinin kırılması amacına yöneliktir.

Böylece, Türkler’i 3 bin küsur yıldır ayakta tutan en büyük “duygusal bağ”, en muhteşem “aidiyet” ve bittabi en yüksek “yetenek” ortadan kaldırılmış olacaktır.
Kaldı ki “vicdani red”din tarihsel dayanağının mantıklı bir izahı vardır.

Batı’ın sömürgecilik zamanlarından kalma o işgal, istila ve yok etme politikalarına bir karşı koyuştur vicdani ret.

Ben asker olsam da, başka ülkelere gidip tanımadığım insanları öldürmeyi reddediyorum, anlamında ortaya çıkmıştır “vicdani ret” kavramı.

Kendi topraklarında, kendi milletini ve ülkesini koruyan ve ebediyen korumakla görevli bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “vicdani red”di önermenin en azından mantığı yoktur.

Askerlik bir “nöbet” vazifesidir, evine düşmanlar tasallut etmesin diye sırayla nöbete gidersin, yuvanı korursun.

Bir aile tehdit altındaysa ailenin bütün bireyleri gönüllü olarak nöbete koşar. Bu nöbeti reddedenler aileden değildir. Öyle de bir aile zaten yaşayamaz, ayakta kalamaz.

Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç’e sormak gerekir:
İktidarı ve muhalefeti ile Yunanistan’ı bugünlere kimler getirdi?


Ülkeye ve topluma diz çöktürmeyi planlayan dış odaklar ile maksimize kar peşinde koşturan uluslarüstü sermaye grupları. Bunun için siyaset esnafını ve medyayı tepe tepe kullandılar.

Peki, şimdi Yunanistan medyasının Engin Ardıç’ları veya Ahmet Kekeç’leri hangi partiyi suçluyorlar acaba? Yoksa “hepimiz aynı saadet gemisinin içinde günümüzü gün ediyorduk, ülkeyi birlikte batırdık” mı diyorlar?

Türkiye’ye dönersek, CHP zaten konjonktürel olarak bitmiş, tükenmiş bir parti, baştan beri de AKP iktidarını tersten payandalamak için kullanılmakta.

Bu bağlamda iki yazar, sonuçta, zaten “öyle oynamaktan” başka seçeneği olmayan bir spor kulübünü gece gündüz eleştirmek suretiyle AKP için yakılmış ateşi körüklemiş oluyorlar.

Bendenize soracak olursanız, bu CHP’den ne bugün ne de yarın bir şey çıkmaz.

Yani doğru bir şey çıkmaz demek istiyorum. Yoksa çok şey çıkar çıkacak da, mesela yapmaya çalıştıkları yeni anayasa için CHP’yi kullanacaklar, Bahçeli’yi kullanacaklar ve en basitinden yeni anayasa sanki politik bir konsensüs ile çıkartılıyormuş havasını basacaklar.

Az şey mi?

Buradan da en kritik dönemeçlerde CHP’nin AKP iktidarının ne kadar işine yarayabileceği apaçık ortada.

Al sana milli irade.

AKP yüzde 50, CHP yüzde 26, MHP yüzde 10, yüzde 86 ittifak ile yapılan “demokratik” anayasa!

CHP, AKP iktidarındaki işlevi açısından bakılırsa, Atatürkçü, Cumhuriyetçi, laik, muhalif seçmen kitlelerini uyuşturmaya yönelik çalışan örtülü bir AKP kurgusudur.


Engin Ardıç’ın sık sık yaptığı gibi yapayım ben de lafı biraz daha gerdireyim isterseniz:
Başbakan Erdoğan bugün, AKP içindeki muhtelif güç odaklarından, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan olduğundan çok daha şiddetle şikayetçi olsa gerektir.

Şu kadar ki, Abdullah Gül, Cemil Çiçek çizgisinde ilerleyen Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan için çok daha kolay bir lokmadır. Buraya bir mim koyabilirsiniz.

Bir “psikolojik harp” kalemi olarak Engin Ardıç, hayatından ve işinden memnun olabilir. Hiç kimseye etmeyeceğim gibi ona da “düşüş ve kayıp” temenni edecek değilim.

Ama gözlerini ne kadar kararttığına işaret etmek de bizim görevimiz.

Hafta yedi gün sekiz, “kemalizm”e verip veriştirmekle ne yazık ki konulduğu yerde otlamış oluyor.

Bugün memlekette “kemalizmi” bir kurtuluş olarak gören birkaç “kuvvacı” kaldı ise, bu basit hevesler bütün Türkiye’ye teşmil edilemez, kurtuluş yolu olduğunu da zaten iddia eden yok.

“Kemalizm” söylemi, Atatürk’ten sonra piyasaya sürülmüş, ideolojik bir operasyondur, bilakis toplumun özgürleşmesini, Atatürk’ün “bağımsız ruhunu” ideoloji kafesine hapsetmeyi amaçlayan bir ithal yapılanmadır.

Kapağını kaldırırsanız, altından ingilizlerin çıkması da kuvvetle muhtemeldir.


Ne işe mi yaramıştır.

Pratikten anlatalım:
Engin Ardıç gibiler kemalizme çaktıkça, ortada sanki milyonlarca “kemalist varmış” gibi yapay bir düşman çıkmakta ve fakat AKP’nin eliyle bütün Türkiye’nin para karşılığı özelleştirilmesi perdelenmektedir. Vatandaş, “kim ulan bu Kemalistler” diye merak ederken, milyarlarca dolarlık Telekom İngilizler’e peşkeş çekilmektedir.

Eh, Engin de o okunaklı kalemi ile bu kadar işe yarasın ama değil mi? Yoksa gazetecilikten de yazarlıktan da zerre kadar anlamayan Ahmet Çalık, 500 bin doları Engin Ardıç’a niye versin?


Son olarak; Engin Ardıç ile Ahmet Kekeç’i kaleme dolayışımın esas sebebi, tarihe şu notu düşmek içindir.

Şamil Tayyar’ından Fehmi Koru’suna, Cengiz Çandar’ından Nazlı Ilıcak’ına kadar çok sayıda yazar AKP iktidarını “alenen” desteklemekte ve lojistik sağlamakta iken, adı geçen ikili özel olarak CHP’yi, genel olarak da cumhuriyet değerlerini hedefe koymakla AKP iktidarına daha psikolojik ve stratejik hizmet vermekle meşguller.

Yani görevlerini “örtülü” biçimde sürdürmüş olmaları onları bu vebalden kurtarmıyor, kurtaramaz.

Bunun kaydedilmesinde yarar var.

Allah o günleri göstermesin ama gemi batacak olursa, ne yazacaklarını görmek isterim.

İhtimal, Engin Ardıç Paris’ten yazıyor olacak ve şöyle diyecektir:
“Hep söylediğim gibi aptal Türkler sonunda ülkelerini batırmayı başardılar, neyse ki Paris’te havalar çok güzel.”

Hayırlı Parisler ardıç kuşu!


İlker Sarıer
20.11.2011

Editör notu: “On numara”lık bir başka yazı! Pir’lik düzeyi! Cumhuriyet’e, Cumhuriyet ve gerçek demokrasi değerlerine, Atatürk’e sahip çıkan “akil” bir duruş! “Usta” olmak böyle bir şey! Medyanın genelinde de olması gereken bu! “Önce kişisel menfaatim değil”, “Önce vatanım, önce demokrasi, önce gelecek kuşaklar” diyen rafine, saygın bir duruş! Bu bağlamda sevgili dostumuz, ağabeyimiz İlker Sarıer’e buradan güvence vereyim; “Bu defa Engin Ardıç gibiler kaçamayacak ve Paris’ten yazamayacak!” Hülasa, küre “Anadolu” oldu, Türkiye ise “Dünya”! Ezcümle, bu alçakların, insanlık düşmanlarının, kişisel menfaatleri için özgürlüklerini satılığa çıkartanların, küresel sermayenin uşaklarının ağırlığını ne İngilizler taşıyabilir, ne Almanlar ne de Fransızlar! Nokta! Sevgiler HM


İlker SARIER, 20 Kasım 2011
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 2 konuk

x