Kuttü’l Amare Muharebesinden, İngilizlerin “Tatlı Dil” Muhabbetine?!

Kuttü’l Amare Muharebesinden, İngilizlerin “Tatlı Dil” Muhabbetine?!

İletigönderen Oğuz Kağan » Sal Eyl 20, 2011 12:48

Kuttü’l Amare Muharebesinden, İngilizlerin “Tatlı Dil” Muhabbetine?!

Kuttü’l Amare muharebesinden İngilizler ile “tatlı dil” muhabbetine...

Ne günlere kaldık ya Rabbi?


Katiyen sinirlenmeniz için değil, sadece neler olup bittiğine muhteşem bir örnek olduğu için aşağıdaki yazıyı okuma sabrı göstermenizi istiyorum.

Yazıyı kaleme alan kişi, Hürriyet’in senelerdir ekonomi sayfalarını bağlayan, Ertuğrul Özkök’ün “bizim gazetenin gizli yayın yönetmeni dediği”, Aydın Doğan’ın “altın çocukları”ndan Vahap Munyar.

Bir başka ifadeyle eğitim âlemi için Abbas Güçlü ne ise, Türk iş âlemi için de Vahap Munyar o.

Bu iki meslektaş, aşağıda bir kez daha görüleceği üzere basında “uzmanlaşma” adına sessiz sedasız ama etkili şekilde kullanılan iki “örtülü” kalem. Ama sektörleri hizaya getirmek maksadıyla ama ilgili bakanlıklarla arayı “şeker renk” tutmak maksadıyla, yol verilmiş iki yazar(!)

Vahap beyin 14 Eylül günü Hürriyet’te kaleme aldığı yazı, “İngiltere'yle işleri ‘Tatlı Dil' büyütecek” başlığını taşıyor.

“Uzun süredir Londra'da bankacılık yapan, Türkiye'de de bazı şirketlerin yönetim kurulunda bulunan İlhan Nebioğlu'ndan bir süre önce mektup aldığını” belirterek dalıyor konuya:

“Geçen yıldan beri İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nda bize ayrılan bir odada her ayın başında toplanıp hummalı şekilde çalışıyoruz” diyen Nebioğlu, söze böyle girdikten sonra çalışmayı yürüten isimleri aktarıyor.

* İngiltere eski Dışişleri Bakanı Jack Straw (Komitenin Başkanı).
* İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Dawid Reddaway.
* Emekli Büyükelçi Nic Baird.
* Emekli Büyükelçi David Loğan.
* Julian Horn Smith (Vodafone)
* Türkiye'nin Londra Büyükelçisi Ünal Çeviköz.
* Buluşmanın genel sekreterliğini yürüten halkla ilişkiler şirketinin başkanı Ed Owen.

Çalışmaların ne amaçla yürütüldüğünü vurgulamış:

- 7-9 Ekim 2011'de Ditchley Park'ta “British-Turkish Forum” (İngiliz-Türk Forumu) yapılacak. Amaç, Türkiye ile İngiltere arasındaki diyalogu daha da güçlendirmek.

Forum için belirlenen başlığın altını özellikle çizmiş:

- Tatlı Dil...

İngiliz hükümetinin düzenlenecek forumu çok önemsediğine dikkat çekmiş:

- İngiltere Dışişleri Bakanlığı organizasyonla çok yakından ilgileniyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun katılmasının beklendiği toplantının “dar katılımlı” olacağına işaret etmiş:

- Toplantıya işadamları ve siyaset dünyasından önde gelen isimler katılacak. Katılımcı sayısı 70 kişi dolayında olacak.

“Tatlı Dil”in tek toplantıyla bitmeyeceğini belirtmiş:

- Ditchley Park'ta gerçekleşecek toplantının bir benzeri 2012'de Türkiye'de yapılacak.

Nebioğlu, gönderdiği mesajın sonuna Ditchley Park'ın önemini içeren bir not de eklemiş:

- Oxford yakınlarındaki Ditchley Park, 1722 yılında yapıldı. Churchill, İkinci Dünya Savaşı için Hitler'e karşı planlar yaparken, Ditchley Park'ta konaklamıştı.

Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer'in DEİK bünyesindeki Türk-İngiliz İş Konseyi'nin başkanlığını üstlenmesi, İngiltere'yle ilişkilerde yeni bir heyecan yarattı...

Türkiye'deki İngiliz Ticaret Odası Başkanı Jonathan Beard'in girişimleri, ilişkilerin daha “sıcak” hale gelmesine katkı yaptı.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Mart ayı sonunda gerçekleşen İngiltere seyahati de bu açıdan önemli bir adım oldu...

“Tatlı Dil” başlığı da Başbakan Erdoğan'ın İngiltere Başbakanı David Cameron'la görüşmesinde öne çıktı...

Deneyimli bankacı İlhan Nebioğlu'nun heyecanına bakılırsa, “Tatlı Dil” bu kez “yılanı deliğinden çıkarmakta” değil, Türkiye-İngiltere ilişkilerinin iki taraf açısından çok daha iyi noktalara taşınmasında etkili olacak.

.............

Yazı bu!

Bir gazeteci bu yazıyı yazar mı?

Gazeteci ise yazmaz.

Ne zaman yazar?

Borazan haline gelmiş ya da getirilmişse yazar.

İlhan Nebioğlu kim, ne iş yapar biliyor musun?

İngiltere’de bankacılık yaptığını söylüyorsun, sana gönderdiği mesajı “köşe yazısı” diye döşeniyorsun.

İngiltere’de bankacılık yapan kendi halinde bir Türk işadamına İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda neden özel bir oda tahsis ediliyor, diye hiç sorgulamıyorsun?

Orada yürütülen hummalı faaliyette...

Eski dışişleri bakanı Jack Straw’un komite başkanlığını...

İngiltere’nin Ankara büyükelçisi David Reddaway’in...

Emekli büyükelçi Nic Baird’in ile emekli büyükelçi David Logan’ın ...

Komite toplantılarındaki hummalı çalışmaları herhalde “hobi” olarak görülmekten uzaktır.

Bir gazeteci, Vodafone adına komiteye girmiş Julian Horn Smith ile halkla ilişkiler şirketi temsilcisi Ed Owen’den de hiç kuşkulanmadan, sanki basit bir kompozisyon yazar gibi kendisine söylenenleri sektirmeden Türk kamuoyuna yansıtıyor.

Tahmin edilebilir ki bunu yazan gazetecinin bir kötü niyeti yoktur, kişisel bir çıkar peşinde de değildir.

Ama Hürriyet gibi etkili ulusal bir gazetede köşe yazan kişinin birazcık daha kuşkucu, sorgulayıcı olması beklenir.

Şairin “ama olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” dediği gibi burada da “ama olmaz ki, böyle de yazılmaz ki” demek gerekiyor.

Bu tür sorgusuz sualsiz, geri planları düşünülmeden yazılan yazılar, en hafif deyimiyle Türkiye’de yabancıların çıkarlarına paralel “lobicilik yapmaktır” daha sert ifadeyle de gazetecilik adı altında yabancıların altına yatmaktır.

Kimsenin kişiliği ile ilgili yazı yazmak aklımızın ucundan geçmez velakin Türk milletine görüş, düşünce ve bakış açısı arz ederken, o milletin tarihine, duygularına ve istikbaline saygılı olmak şarttır.

Sen İngilizler’in “Türkiye’ye iyilik olsun diye” Dışişleri Bakanlığı’nda oda açtıklarını, komite kurduklarını, sırf hilaliahmere fayda olsun diye hummalı bir şekilde çalıştıklarını, bırak bugünü tarihin herhangi bir anında duydun mu, işittin mi diye sorarlar adama.

Ne zamandan beri, İngilizlerin MI6 ve/veya MI9 görevlileri “Türkiye” için iyilik çalışmasına başladılar?

Sen, dünyanın tekmil diplomatlarına, “şeker” gibi, kibar, nazik, “iyilik” için çırpınan “melekler” olarak bakıyorsan, o gazetede, o görevde ne işin var?

Aslında işin olmadığı ama bu işin içinde bulunduğumuz kritik dönemde sana bilhassa deruhte edildiği şuradan belli ki, enteresan bir “Tatlı Dil” muhabbeti yapabiliyorsun.

Diyorsun ki:

“Deneyimli bankacı İlhan Nebioğlu'nun heyecanına bakılırsa, ‘Tatlı Dil’ bu kez ‘yılanı deliğinden çıkarmakta’ değil, Türkiye-İngiltere ilişkilerinin iki taraf açısından çok daha iyi noktalara taşınmasında etkili olacak.”

Birincisi şu:

Tatlı dil, iletişimin tercihe şayan kurallarından biridir ama devletler arasındaki ilişkilerde dil ne tür olursa olsun, şekilden ibarettir.

Devletler, aşka, izdivaca, muhabbete bakmazlar ki, tatlı dile baksınlar.

Ortada bir tatlı dil muhabbeti dönüyorsa, bileceksin ki, orada bir “puştluk” dönmektedir.

Devletler, de facto, varolmaya ve bittabi yok etmeye endekslidir.
Böyle olmayan devlet yaşayamaz. Basındaki liberal görünümlü kalantor yazarların yıllardır sürdürdüğü, “küresel işbirliği” palavraları kabak tadı verdi de, çoktan deşifre edildi bile.

Bütün o küresel işbirliği şakşakçılığının, kazan-kazan muhabbetlerinin, olanı biteni perdelemekten başka hiçbir işe yaramadığı biliniyor artık.

İngilizler, Almanlar, Fransızlar kazansınlar, Türkiye’deki işbirlikçileri, komisyoncuları kazansın, Türkiye de uyusun da büyüsün, ninni! Öyle mi?

Tayyip Erdoğan
ile David Cameron arasındaki zirvede karar verilmişmiş “Tatlı Dil” başlığına.

Kimler karar vermiş “Tatlı dil”e?

İki ülkenin başbakanları.

Devletler ortada var mı, yok.

Tamamen konjonktürel olarak ülkelerin tepesine oturtulmuş iki başbakan, “Tatlı Dil” diye bir söylem geliştirmişler.

Ne için?

Kendi iktidarları tatlı tatlı yürüsün diye.

Binnetice bunun bir “medya pazarlaması” olduğunu, “algı üretimi” olduğunu bir ekonomi direktörü olarak Vahap bey anlamayacaksa, kim anlayacak?

Ayrıca ortada bir “acı dil” problemi yoktu ki, aniden “tatlı dil”e ihtiyaç duyulsun, değil mi?

Çankaya Köşkü’nde ikamet etmekte olan Abdullah Gül’e Kraliçe bizzat gelip madalya takarken, acı dil mi kullanmıştı?

Başbakan Tayyip Erdoğan ile eşleri hususiyetle “saray”da ağırladığında da muhabbet çok tatlı değil miydi?


Vahap Munyar’ın tecrübeli bir iş dünyası gazetecisi olarak, “baskı, tehdit ve şantaj” yöntemlerinden bihaber olamayacağı varsayımı ile kendisine günümüz dünyasında “Kişisel dosyalar üzerinden bütün ülkelerin başbakanlarına, siyasetçilerine ve bürokratlarına nasıl şantaj, tehdit ve baskı yapılabileceğini ve çatır çatır da yapıldığını” hatırlatmayı gereksiz bulurum.

Enerji, toprak, gıda ve insan kaynakları üzerinden sürmekte olan amansız küresel kapışma ortamında baskı, tehdit ve şantaj olmazsa olmaz metodlar, silahlar halini aldı da eskidi bile...

Vallahi ben de istemezdim böyle bir dünyada yaşamayı ama durum bu, gerçek bu!

O halde ne yapmak gerekiyor:

Şabalak gibi bütün yabancı faaliyetleri cilalamaktan vazgeçmek, ayrıca da gazetecilik anlamında her gelişmeyi sorgulamak gerekiyor.

Kahvede gele atan adam bütün bunları sorgulamayabilir, yargılayamazsınız.

Ama o adama makale döşenen gazeteci sorgulamıyorsa, durum vahim demektir.

Sonra alırlar Telekom’unu elinden, mabadına kadar döşerler fiberi, yedi sülaleni dinlerler, yönlendirirken, sen de ebleh gibi orta yerde döner durursun.

Buradaki acı durum, gazetecinin işgal ettiğin mevki ve kürsü ile “unutkanlığı” arasındaki tenakuzdur. Hem çok güçlü bir mevkii tutacaksın hem de bayram çocuğu gibi her şekerin üzerine atlayacaksın. Bu olmaz işte!

Bu tür kağıttan gazeteciliğin taşıdığı “etik” zaafiyet topluma ve ülkemize çok büyük zararlar verdi, vermeye devam ediyor.

Daha birkaç gün önce Hürriyet’te, dürüst beyin Şükrü Kızılot, Telekom’un özelleştirmesindeki büyük defoları apaçık yazarken, ekonomi direktörü Vahap Munyar’ın o yazıyı daha da büyütmesi gerekmez miydi?

İngilizler’den gelen “tatlı dilli” aşk mektuplarını yazarken elini tutan yoktu da, asıl işini yapması gerekirken, elini tutan mı vardı?

El tutmayı bir kenara bıraktım, Hürriyet’in ekonomi sayfalarını yöneten Vahap beyin 8 yıllık AKP iktidarında yayına soktuğu sayfaların ve manşetlerin bir dökümü yapılsa, gazetecilik adına kocaman bir utanç abidesi meydana gelirdi.

İşte gelişigüzel seçilmiş bir iki haber başlığı:

Modacı maskeli baloya asıldı, alışverişte şampanyalar patladı.
Türkiye herkesin radarına girdi kimse kredi notuna bakmıyor.
Louis Vuitton’dan gizemli parti.
Ödül kazananlar desteklenecek, tasarım işi daha da öne çıkacak.
Erzurum’a 41 milyon lira yatırıp 850 kişiyi işe aldı 5 yıllık etki 309 milyon oldu.
212 bin kişi daha yaz tatili demeden işe girdi, işsizlik son 3 yılın altına düştü.
İnter’e attığı tek gol Trabzon’un değerini 39 milyon lira yükseltti.
Skoda’ya Türkiye’de yüzde 1.7 pazar kazandıracak.
Alman devi MAN: Türkiye birçok Avrupa ülkesi için rol model durumunda...


Aynı sayfalarda Ege Cansen, “AKP iktidarında milli gelir üçe katlanmadı, hesap yanlış yapılıyor, gerçekte sadece yüzde 31 oranında arttı” diye istediği kadar yırtınsın, bu hengâmede onu kim dinler, kim hesaba alır?

Ekonominin orkestra şefi Vahap Munyar gibi “sağlam” bir gazeteci ise, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, gelir adaletsizliği, emeklilerin sefaleti, ücretlerin kepazeliği, iş sahibi olanların esareti falan ne kelime?

Türkiye bu gidişle yakında yurtdışından milyonlarca işçi de getirtir, AKP de sittin sene iktidarda kalır.

Meslek jargonunda “televole ekonomiciliği” tabir edilen bu çizgi yıllardır sinsice sürdürüldükten sonra, daha ne bekliyorsunuz ki?

AKP hala oyların yüzde 50’sini alabiliyorsa, kendi beceriksizliğine yansın.

Günde böyle “balon haberlerle” şişirilmiş 8 sayfadan, yılda 3 bin haber, 8 yılda 25 bin haber.

Millette kafa mı kalır, gerçekleri fark edebilecek.

Hürriyet’in ekonomi yazarı ve direktörü Vahap beyin “tatlı dil” mektubuna balıklama atlamasının esbab-ı mucibesi böylece daha açık görünmüş oluyor, sanırım.

Aynı gazetecinin, İngilizler ile kurulmaya çalışılan “tatlı dil” köprüsüne bu kadar alkış patlatmasının “tarihsel” talihsizliği ise başka bir skandal.

Arjantin, Şili, Meksika, Kanada, Peru, Kore, Singapur, Endonezya vesaire ile buna benzer ilişkiler geliştirmeye çalışırsın, ticarete abanırsın, desteklersin anlarım.

Zaten biz de bütün dünyaya küselim, sırtımızı dönelim, herkese ana avrat dümdüz gidelim demiyoruz.

Dürüst alışverişler, anlamlı bağlantılar toplumları geliştirir, yükseltir.

Ama sözkonusu memleket İngiltere olunca, bi kere değil on kere düşüneceksin.

İngiliz’e tokalaşmak için elini uzattığında, her defasında parmaklarını sayacaksın, yerinde duruyor mu, diye.


Bendeniz şundan adım gibi eminim ki, bizim gazeteciler ne kadar unutmuş görünürlerse görünsünler, bilhassa İngilizler, bittabi o milletin askerleri, diplomatları, iş adamları, bürokratları Türkler ile aralarındaki “tarihsel hatıraları” asla unutmamışlardır.

Tam da bu noktada, mekteplerimizde ders kitaplarında bile bahsi geçmeyen çok anlamlı bir tarihsel kesitten söz etmek kanımca kaçınılmaz olmuştur.

Çanakkale mi diyeceksiniz, değil.

Ki, bugün tatlı dille, dostlukla, yiyelim içelim güzelleşelim muhabbetleri furyasında bilhassa unutulmaması, unutturulmaması gereken bir tarihsel tecrübedir sözkonusu olan.

Bundan çok zaman önce, tarihler 1915’i gösterirken, hani Çanakkale’den İngilizler ve hempaları kuyruklarını apış aralarına alıp evlerinin yolunu tutmuşken, Osmanlı bayrağı altında Türkler, yüzlerce cephede kan dökerken Kuttü’l Amare’de neler olmuştu hatırlıyor musun?

Devlet-i Aliyye bilinen sebeplerle çökecekti ve çöküyordu ama Türkler başka bir türkü söylemeye başlamışlardı.

Bu onların, asırlardır söylediği türküydü:

Yaparız, yıkarız, yıkarız, yaparız.

Ölürüz ama kimseye esir olmayız.


İngiliz kuvvetleri Selman-ı Pak muharebesini kaybettikten sonra, Kut kasabasına sığındılar.

Mevkilerden Dicle kenarı, Bağdat’ın 130 km kuzeyi, kendi halinde bir kasaba.

Osmanlı kuvvetlerinin başında Von der Goltz Paşa var, fukara ne kadar Osmanlı ise?

İngilizlerin başında ise general Charles Townshend bulunuyor.

Miralay (albay) “Sakallı” Nurettin Bey emrindeki Türk kuvvetleri Kut’u sarıyor.

3 Aralık 1915 tarihi Kut’un Türk kuvvetleri tarafından kuşatılması günüdür.

Türk kuvvetlerinin Kut’u, İngilizler’den geri alma ve dışarıdan gelen yardımlara karşı sürdürdüğü önlü-arkalı savaş yaklaşık 5 ay sürer.

19 Nisan 1916’da (alman) Goltz paşanın karargah Bağdat’ta tifüs hastalığından cennetmekan olmasından sonra göreve gelen mirliva (tuğgeneral) Halil Paşa, 29 Nisan 1916 günü kasabayı tutan İngiliz birliklerini teslim alır. (tifüs mikrobu demek ki her zaman zararlı değilmiş)

Türklere teslim olan İngiliz birlikleri 13 general, 481 subay ve 13.300 erden oluşmaktadır. Bir kaynağa göre de esir edilen İngiliz kuvvetleri 18.000’i bulmaktadır.

Halil Paşa, Kutü’l Amare zaferinden sonra ordusuna şu mesajı yayınlar:

“Ordum, gerek Kut karşısında gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını birinci zaferini Çanakkale’de, ikinci zaferini de burada görüyoruz.”


İngiliz tarihçi James Morris, Kut’un kaybını “Britanya askeri tarihinde en aşağılık şartlı teslim” olarak tanımlamıştır. Bu yenilgi İngiliz basınında ve kamuoyunda çok büyük infial uyandırmış, sonucunda General Lake ile General Gorringe görevlerinden alınmış ve yerlerine General Maude getirilmiştir.

Bu çarpışmaların askeri tarih açısından bir diğer önemi de bilinen “ilk havadan ikmal” denemesinin İngiliz ordusunun Kut’taki birliklerinin ikmali için 26 gün boyunca Dicle’deki ORA Üssü’nden 3 adet Short 184 tipi 225 beygirlik deniz uçakları ile bu kuşatma sırasında gerçekleştirmiş olmasıdır.

.................

Bildiğiniz gibi o tarihten sadece 7-8 ay kadar önce, Çanakkale’de 57. Alay, son neferine kadar çarpışmıştı ama alayın sancağı, sancaktar vurulduğu halde en son bir ağacın dalında dalgalanıyordu. Anzaklar, bu tarihte eşi görülmemiş alayın anısına sancağı alıp götürdüler, yıllardır Sidney’de, müzede sergiliyorlar ve önünde saygıyla eğiliyorlar.

Böyle bir alay olur mu böyle bir sancak olur mu, diye...

Tarihler bunları anlatıyor.

Demek ki, Kuttü’l Amare’de olduğu gibi 5 ay içersinde, onca teknik imkana rağmen, yuvarlak hesap 40’ar bin kişilik iki ordudan birisi, 23.000 ölü ve yaralı ayrıca da 13 küsur bin esir veriyorsa, aynı İngilizler savaş meydanlarında her zaman yeniliyorlar diye Fransızlar’la ne diye dalga geçiyorlar ki? Ve ne hakla?

..............

Vahap Munyar’ın çizgisi ve duruşu, ülkemizde son zamanlarda pervasızca sergilenen yaygın kötü örneklerden sadece biri.

Kimseye tarihsel kin tutma, gerekli değil, ama tarihi tecrübeleri de unutma.

Unutturma!

Yoksa çok kolay köleleşir, köpekleşirsin.


Şu yere göğe sığdırılamayan AKP iktidarı bir dönem önce İngiliz hükümeti ile “stratejik vizyon” anlaşması yapmamış mıydı?

O vizyondan ne çıktıysa bu “Tatlı Dil”den de o çıkacak. Perşembenin geliş çarşambadan bellidir.

Hükümetler arasında iş görüşmesi, bağlantı, anlaşma vesaire olmaz mı, olursa fena mı olur?

Tabii ki olur, olacaktır da. Ama o durumda da kendi hükümetinin başka hükümetlere teslim olmamış olmasını istersin, öyle olmasını beklersin.

Ha birileri, Türkiye Cumhuriyeti devletini Britanya’nın “Commenwealth” ülkeleri gibi görüyor veya buna çanak tutuyorsa, o da onların bileceği iş deyip geçemeyiz.

Bu memleket bizim!

Mehmet Barlas gibilerin kah “gazeteler üstü”, kah “memleketler üstü”, kah ise “yuvasını sırtında taşıyan yazarlar” mesabesinde fiyakalı “küresel duruşları” yukarıdaki gerçeği değiştirmez.

Koskoca Londra’yı arkaladım, bana kimseler dokunamaz, diye şişinenleri ilk önce İngilizler satar, unutulmasın.


Hiçbir şey bilmiyorsan, yazı yazdığın gazetenin logosunun yanındaki veciz ifadeye her gün bakıp 100 kere okuyacaksın ki, kafana iyice yerleşsin.

“Türkiye Türklerindir.”

Almanın, İngiliz’in, Fransız’ın, Rus’un ve daha bir sürüsünün özellikle Türkler’deki bu “memleket ve tarih” bilincini örselemek için hiçbir fırsatı kaçırmadığını ve kaçırmayacağını bilerek hareket etmek şart.

Türkler bir miktar kurnaz, bir miktar da enayi olabilir.

Ama enayilik ile ihanet arasındaki farkı bilmeyecek bir kavimden söz etmiyoruz burada.

Öyle olsaydı, tarih sahnesinden çoktan silinmiş olurduk.

Kalem ve beyinlerini ipotek etmiş olanların “çokmuş gibi” görünüyor olmaları da, ülkemiz üzerine oynanan son oyunun bilinçli yaratılmış bir resminden ibaret sadece.

“Bu memleket elden gitmiş” dedirtmek için.

Faniler ölür, Kuttü’l Amareler bitmez.


İlker SARIER, 16 Eylül 2011
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 4 konuk

x