Ölüme Çağıran Dağlar: Çarçella… / Erdal SARIZEYBEK

Emekli Jandarma Albay - Yazar

Ölüme Çağıran Dağlar: Çarçella… / Erdal SARIZEYBEK

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzr Mar 20, 2011 23:17

Ölüme Çağıran Dağlar: Çarçella…

Üzümkıran köyü İki Yaka dağlarında yer alan bir köyümüzdür ve bizimdir. Çarçella’nın kuzeyindedir. Bir yanında Dağlıca uzanır, öte yanda Aktütün. Aralarında yalnızca dağlar vardır, bir de Allah. Asker elinde silah, hudut namustur deyip nöbet tutar bir Allah’ına sığınarak…

Bu köy sade, sessiz, kendi halinde bir köydü bir zamanlar. Anlattıklarına göre, vakti zamanın birinde, onların ataları yemyeşil ve bereketli bu topraklarda mutlu ve huzurlu bir yaşam sürermiş. Baba oğlunu yanına alır ok atmayı, çift sürmeyi öğretirmiş. Bütün gün durmadan çalışır, akşam olunca yorgun argın eve gelir, yemeklerini yer ve mışıl mışıl uyurlarmış. Sonra aradan geçmiş yıllar ve köye tanımadıkları kimi Ermeni, kimi Suriyeli, kimi İranlı bir takım yabancılar gelip gitmeye başlamış. Köyün yaşlıları cin mi cin, şüphelenmişler bu işten, hemen gitmişler kaymakama, polise, jandarmaya, anlatmışlar başlarına geleni:

– Aman kaymakam bey, aman komutan, aman amirim! Bize bi hal oldu. Ne olduğu bilinmez kimseler köyümüze gelip gitmeye başladı. Merak ettik, gelenlere sorduk: ‘Siz necisiniz, naparsınız? Nerden gelip nere gidersiniz’, diye? Dediler ki: ‘Biz Apocuyuz! Çıktık dağlara sizin için savaşırız’, dediler. Şaşırdık. Amanin! Abooo! Kimdir bunlar, ne için savaşırlar? Apo neymiş, kimmiş, nerden gelmiş, diye merakla baktık birbirimizin yüzüne. Ne yapacağımızı bilmedik ve köyümüzün büyüğü yaşlı ağamıza gittik. Anlattık durumu: ‘Merak etmeyin evlatlarım. Devletimiz var. O bilir napacağını. Gidin anlatın devlete’, dedi. Biz de size geldik beğim.

Kaymakam genç, pırıl pırıl, takım elbiseli, elbisesinin de rengi kravatına ne yakışmış! Dinler can kulağıyla bizim masum, temiz, saf Üzümkıranlıları. Kafasını sallar ağır ağır:

– Ya, ya, demek öyle, hımmm, der usulcana.

Hâlbuki anlamamıştı dağda olup biteni. Ne Üzümkıran’ı biliyordu, ne de bu köylülerin nasıl yaşadığını, gitmemişti ki hiç bu Üzümkıran’a! Köye gelen yabancılar kimdi, bundan da bir bilgisi yoktu, duymamıştı ki bu Apo lafını, Apocu lafını! Gelenler silahlıymış, varsın olsun, ne çıkardı ki bundan, gelmiş geçmiş işte diyerek, olana bitene aldırmadı. Hâlbuki o kaymakamdı, devletin en büyük gücüydü. Emniyetten asayişten o sorumluydu, yani vatandaşın malını, canını, namusunu korumak onun göreviydi. Duyunca silahlı eşkıya lafını, alıp jandarmayı, koşa koşa Üzümkıran’a gitmesi ve bu dağlı yabancılara dersini vermesi gerekirdi ama kim yapacaktı şimdi bunu? Kim bırakıp da sıcacık koltuğu, kalkıp köylünün yardımına koşacaktı? O da öyle yaptı zaten, kalkmadı koltuğundan, koşmadı köylünün yardımına, gitmedi Üzümkıran’a. Köylüye de bunu demedi, sadece ‘Hımmm’ deyip işi geçiştirdi. Bu gerçeği bilmeyen Üzümkıranlılar ise aksine çok sevindi. Koskoca kaymakam, kafasını salladığına göre, hele ki “Hımmm” dediğine göre biliyordu işini. Bizi kurtarır bu ‘genç devlet’ dediler ve sevindiler. Ardından koşa koşa gittiler emniyet amirine, sağlam olsun bizim iş diyerek. Öyle ya iş ciddiydi, sadece Kaymakama anlatmak yetmezdi. Devleti ayağa kaldırmak gerekirdi, bu yüzden koştular emniyet amirine. O da genç, aslan gibi, hürmette kusur etmedi, ağırladı bizim Üzümkıranlıları. Üstelik çay bile söyledi. Ah, ah, görmeliydiniz bizim köylüleri, ne mutluydular, devlet onları bağrına basmış, en azından dinliyordu. Amir, taralı saçlarından elini geçirerek, gelenlere sordu:

– Apo ha! Kimmiş o? Duydunuz mu hiç ismini, deyince, hep bir ağızdan cevap verdi Üzümkıranlılar:

– Vallah yoh! Hiç duymadık!

Sevinme sırası amire gelmişti: ‘Oh be! Demek Apo diye biri yokmuş’, dedi kendi kendine. Sonra, ‘merak etmeyin, biz hallederiz’ diye cevap verirken, aslında o da bilmiyordu nasıl halledeceğini. Hâlbuki Emniyet Amiriydi o, devletin ve milletin güvenliğinden sorumluydu. Duyunca Üzümkıran’ı, duyunca silahlı eşkıya lafını, devleti ayağa kaldırmalıydı ama yapmadı. Terk etti kaderine Üzümkıran’ı ama Üzümkıran bu gerçeği hiç bilemedi, o hep devletine güvendi. Karakoldan çıkanlar bu kez doğruca jandarmaya gittiler. Olur ya bir olay çıkarsa devlet onları mesul tutmasın, desinler ki ‘biz haber verdik’. Komutan yaşlı başlı bir albay. Kaşları çatık, yüzünde derin çizgiler, güngörmüş geçirmiş biri anlaşılan. Tek tek dinledi köylüleri. Bir bakışta anladı bir şeyler olup bittiğini. Bu yıl da son senesiydi orada. Üç ay sonra batıya dönecekti. Eşi ve çocukları dört gözle onu bekliyordu. Şimdi bu olayı yukarıya haber verse, al başına belayı, soru ardına soru soracaklardı:

– Apo kimmiş? Neymiş? Köyde ne arıyormuş? O köy yolu üzerinde miymiş? Niye gelmiş? Niye gitmiş? Amacı neymiş? Apo adı nerden gelmiş? Niye kendine Apo demiş? Sağcı mı bu, solcu mu? Niye sağcı niye solcu?

‘Aman Allahım, yukarı bunu bir bilse hapı yuttuk! Belki de eve bile dönemeyiz, çık dağlara dağlara’ diye kara kara düşünmeye başladı bizim yaşlı komutan. Ama o albaydı, tüm askerlerin komutanı. Alacaktı askerini, koşa koşa gidecekti Üzümkıran’a ve o silahlı eşkıyayı geldiğine, geleceğine bin pişman edecekti, ama o da yapmadı. Belki bunu yapmak işine gelmedi. Albayımız böyle düşünedursun, köylüler onun bu halini görünce, sevindiler saf saf;

– Oh be yaşadık! Böyle düşünüp durduğuna göre tecrübeli adam, gününü gösterecektir bu elin yabanına, bu bizi kurtarır, diyerek bayram ettiler. Ama şark kurnazlığı bu ya, hiç belli etmediler albaya sevinçlerini. Bir şey anlamıyormuş gibi oturup durdular öyle. Derken sıra vedalaşmaya geldi. Öptüler elini bu yaşlı başlı adamın ve çıktılar…

Resim

Kuş gibi hafif bizim aslan Üzümkıranlılarımız, görevini yapmış olmanın huzuruyla köylerine döndüler. Onlar köyüne döne dursun, aynı gün kaymakam, emniyet amiri ve komutan buluştular şehir lokalinde. Briç oynadılar gece boyu ama Üzümkıran adı hiç geçmedi aralarında. Hatta bir ara MİT müdürü de katıldı oyuna, savcıyla beraber. Ama kimi dedi ‘sanzatu’, kimi dedi ‘üç pik’. Herkes mutluydu; Üzümkıran devlete başına geleni haber vermişti, bir sorumluluğu yoktu artık. Kaymakam, amir ve komutan ve hatta MİT ve hatta savcı olayı öğrenmiş ama susmuştu, ne de olsa ‘üç sanzatu iki piki’ yenerdi. Mutlu mutlu o gece herkes uyudu. Ama kimse hiç düşünmedi, ‘su uyur düşman uyumaz’ veya ‘kuzu uyur çakal uyumaz’ ya da ‘sen uyursun o uyumaz’ atasözlerini. Herkes uyudu ama Üzümkıran uyuyamadı. Aslında devlete haber vermişti, artık iş devletindi, uyumaması gereken devletti ama olmadı, aksine devlet uyudu, Üzümkıran uyuyamadı. Baktılar ki ‘Apocuyum’ diyen geliyor, diyor ki; ‘Biz Apocuyuz, sizin için savaşıyoruz’. Sessiz kaldı Üzümkıran, anlamazdan geldi. Önce ekmek istediler bizim garip Üzümkıran’dan. ‘Vah! Vah! Aç kalmış çocuklar!’ diyerek verdiler bir lokma ekmek. Sonra bir parça peynir, sonra yemek, sonra çocuklarını, sonra kızlarını... İş döndü mü namus meselesine. Ve başladı bir savaş ama nasıl başladı, biz geç öğrendik bunu…

Biz hep uzaktan baktık olaylara tıpkı şimdi olduğu gibi. Haritaları aldık, inceledik, haritalar çizdik, durum muhakemeleri yaptık ama Üzümkıran’ı hiç anlayamadık. İş çığırından çıkınca, görmezden de gelemedik, başladık incelemeye geç kalmış bu olayı; Üzümkıran, Çarçele’nin bir ucu, kuş uçmaz kervan geçmez ama terörist geçiyordu. Kışın yollar kapalı ne Yüksekova geçit veriyordu ne Meşelik. Yol kapalı olunca, helikopter de olmayınca, asker de gidemiyordu. Bu kez olayı anladık, anladık ama ister kış deyin ister hava şartları, çare bulamadık. Biz geç kalınca çare olmak için, kaldı mı Üzümkıran yalnız...

Biz gidemeyince, onlar da yalnız kalınca, ‘kendi mücadelesini kendi yapsın, ne de olsa bu vatan hepimizin’ deyip verdik silahları Üzümkıran’a, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın kıza. Bizim verdiklerimiz yetmedi, onlar da aldı silah cephane, bu vahşi dağlıların aldığı yerden, Barzani’den, Irak’tan, İran’dan. Bu işin bu noktaya varacağını bilen, belki öngören, belki de bu tezgâhın içinde olan, belki bu işin bu noktaya varmasına bile bile ortam hazırlayan Barzani, bu garip köylülerimiz, hatta teröristlerimiz için silah pazarı, açık silah pazarı bile kurmuştu Erbil’de. Ve bu pazarda ne ararsan vardı; roketler, mayınlar, tabancalar, makineli tüfekler, keskin nişancı tüfekleri, gece görüş dürbünleri, her cinsten, çaptan ve çeşitten binlerce mermi…

Köylü silahlı, dağlı silahlı. Köylü dağlıya karşı, dağlı köylüye. Başladı mı korkunç bir çatışma! Üzümkıran savaştı da savaştı, canı için, toprağı için, namusu için. Yaşlılar der ki ‘Böyle bir cenk görmedi bu topraklar, İstiklal Savaşından beri.’ O zaman da kazanmıştı Üzümkıran, şimdi de kazandı ve geçit vermedi elin silahlı yabanına.

Ve baktı ki dağlılar pabuç pahalı, tabanları yağlayıp kaçtılar. Kaçış o kaçış! Kaçış o kaçış ama ‘yine geleceğiz’ dediler, ‘bu hesabı soracağız’ deyip kaçtılar ve sonrasında da yine geldiler, ama bu kez kötü geldiler, hem de çok kötü. Aslında bu işi halletmek Üzümkıran’a düşmezdi, devletin göreviydi bu, ama devlet görevini yapmadı, o görevini yapmayınca Üzümkıran bedel ödedi, ağır bir bedel, canıyla, koyunuyla, kuzusuyla, toprağıyla. Üzümkıran, bizim İstiklal Savaşı’ndan bu yana bildiğimiz ve tanıdığımız Üzümkıran! O gündür bugündür bizim bildiğimiz Üzümkıran cephesinde yeni bir şey yok. Hala ayakta, hala mağrur, hala mücadelesini sürdürüyor ama nasıl…

Derken kış geldi, kar yağdı, hani vardı ya boğazını sıksan ölesi gelen Beyyurdu Geçidi, o da kapandı. Üzümkıran’a yol yok. Ne Şemdinli sahip çıktı ne Yüksekova. Kaldı mı garip Üzümkıran! Erzak lazım, kim götürecek? Yollar kapalı, kim açacak? Güvenlik yok, güven ise kalmamış. Kahramanlarımız onlar ya, geldiler önce Hakkâri’ye, sonra Şemdinli’ye, derken Yüksekova’ya. Anlattılar hallerini, çare istediler. İnanın bize, bizim devletimiz büyük, bu devlet yüce ama çare olamadı Üzümkıran’ın derdine. İstese olamaz mıydı, elbet olurdu ama belki bu işi hafife aldı, belki de o dönemin yetkilileri sorunu görmezden geldi.

Ne yapsın bizim garipler, nihayet döndüler dolaştılar, geldiler sarışın yeşil gözlü bir binbaşıya. Üzümkıranlılar dizildi bir bir ve dediler ki ‘Komutan, gitsin erzakımız köye, aç kalmayalım kışa.’ Ne yapsın binbaşı, köy var, köylü var ve onların yaşamı var, çare olmak gerek, dedi içinden. Düşündü kendi kendine ve dedi ki; ‘Biz yaşıyor ve yiyorsak bir lokma ekmek, onlar da yaşıyor, ne olursa olsun, onlar da yiyecek bir lokma ekmek.’ Bu iş çözülmeliydi, ne pahasına olursa olsun çözülmeli, erzak gitmeli ve Üzümkıran devleti görmeliydi. O genç binbaşı, sarışın yeşil gözlü, koydu kendini devlet yerine, dinledi bizimkileri ve koyuldu işe…

Resim

Binbaşı durumu önce kaymakama anlattı ama çare bulamadı. Yüksekova’ya bildirdi, ama aradaki uzaklıktan olsa gerek, sesi duyulmadı. Oysaki herkeste yetki vardı, bölgede olağanüstü hal vardı ama kimse yetkisini kullanmadı, Hakkâri Valisi bile duymazdan geldi Üzümkıran’ın çığlığını, binbaşının resmi yazısını. Baktı ki olmayacak binbaşı, çağırdı Üzümkıran’ı, ‘alın’ dedi erzaklarınızı, ‘alın ve getirin tabura, biz götüreceğiz bu erzakı.’ İşte o zaman Şemdinli’yi görmeliydiniz, esnafını, tüccarını, bakkalını, bayram ettiler, ellerinde ne varsa, sattılar Üzümkıran’a. Şemdinli şaşırdı. Şemdinli inandı. Şemdinli güvendi. Şemdinli neyi varsa etti seferber. Karayolları kesildi, araçlar tabura çekildi, kimi gönüllü kimi zoraki. Erzak verildi, mazot verildi. Dedi ki, ‘Biz siziz, siz biz, yükleyin Üzümkıran’ın erzakını, haydi dizilin yola, istikamet Aktütün!’ Binbaşı bir oldu onlarla, askeriyle, köylüsüyle, Şemdinlisiyle, çıktılar yola, hep birlikte, aynı yürekle. Biz diyelim yüz, siz deyin bin, koyuldular yola katar katar…

Aktütün yolu Bembo’dan geçer, Bembo’nun yolu Beyazdağ’dan. Görünce konvoyu, Beyaz Dağ bile şaşırdı, hiç görmemişti bu kadar asker, askerle beraber köylü. Hele ya Bembo? Aman Allah’ım dedi, bu ne çümbüş! Durak bölüğünün askerleri, uyumadı gece gündüz, çıktı dağlara, konvoyu gözledi, korudu. Beyyurdu Gediği, sizin dostunuz, o da şaşırdı ama ne yapsın, tedbirse tedbir alınacak ve bu kervan gedikten geçecek, geçti de. Gülle Tepeye gelince, dağlı silahlılar da öylesine şaşırmıştı ki, kimse dokunmadı, dokunamadı, tetik çekemedi, kimse durduramadı bu konvoyu. İndi Konur vadisine konvoy, gördü Numan’ı. O da şaşkın, ‘Neyin nesi komutanım bunca asker, bunca köylü, bunca erzak, bunca araç?’ Bilmez ki kahraman Üzümkıran’ın bir yıllık erzakıdır bu. Peki ya Aşkın? O kahraman asker, Aktütün yiğidi genç astsubay. Yürümüştür bütün gece on beş askeriyle, almıştır güvenliği Konur vadisinde. Zaten hakimi oydu bütün vadinin. Gelen geçen ondan sorulurdu. Biz tedbir olsun için, biraz daha güvenlik, biraz daha fazla askerle gelince vadiye, dayamadı o da sordu bize;

– Hayrola komutanım! Ne bu tedbir? Bu vadi benden sorulmaz mı? Yoksa bana güvenmiyor musunuz?

Ne yapacaksınız? Nasıl anlatacaksınız Aşkın’a, güvenlik için Aktütün yetmez, daha fazlası gerek, diye. Güldük, geçtik, dedik gönülden ve severek onu bir evlat gibi:

– Kusura kalma Aşkın. Biliriz buralar senden sorulur. Ama müsaade et, Üzümkıran bu işte. Kış zor, yol zor, bir de mesafe uzak, bitmez ki yol gitmekle. Hani biraz daha tedbir almakta, biraz daha asker getirmekte ne zarar var! Hikmetimiz seni kırmak değildir. Biliriz kadri kıymetini. Varsa kusurumuz affola!

Biz tabur komutanı binbaşı, o tim komutanı astsubay çavuş! Olur mu, derseniz böyle bir muhabbet ikimiz arasızda? Olur olur, yüreğiniz birse olur. Sevgi, saygı ve güven varsa arada, olur. Oldu da zaten. Bizi affetti. Biz onun hükümranlık bölgesine mecburen girdik ve o da bizi görmezden geldi. O bizim aslan astsubay Aşkın’ımız, 13 Eylül 1992’deki Aktütün çatışmasında son mermisine kadar mücadele etti ama kahpeliğe dayanamadı, Berçay sırtlarında şehit düştü. Çünkü bilmezdi kahpelik dağlılar gibi. Şehit düştüğü sırtlara ‘Aşkın Tepesi’ adı verildi! Şimdinin Aktütün askerleri, hala o sırtlarda her gün her gece nöbet tutar ve nöbet defterine ‘Aşkın Tepesi’ diye yazar. İşin acısı, Aşkın astsubayın şahadetini anlatacak kimse de kalmadı bizden başka, timi hepten şehit oldu. Bu kahraman Aşkın timinin ruhları el ele cennet bahçesinde dolaşıyor, hâlâ anlatıyorlar vadiyi ve bu vadide kalanları…

Biz yoldayız, konvoydayız, düşüncelerimiz karmakarışık; yolda mayın, yolda pusu, çatışma, şehit, ana, baba, evlat, emanet, alıp götürüyor bizi bizden. Aslında siz, belki de bizden rahat, emanet etmişsiniz bir binbaşıya evladınızı, o bilmiş evlat evladınızı, geriye ne gam! Yol bir bitse kurban keseceğiz ama bitmez. Nihayet geldik Aktütün’e. Bitti mi sanırsınız düşünceler? Hayır. Buradan erzak Üzümkıran’a gidecek ama nasıl gidecek? Yol yine kapalı ve yolda muhtemel bir pusu olabilir. Yol mahkûmda, pusu ise ölüm! Yüzlerce insan, aç, kış, erzak? Devlet bu ya, Osman Paşa’ya bağlı en büyük helikopterler geldi, koyduk erzakı, gönderdik Üzümkıran’a gönlümüzle beraber. Hala anlatılır bu hikâyemiz vadide, vadi bilir kadri kıymeti, hiç unutmaz…

Şimdilerde duyduk ki bizim Üzümkıran, yıllar içinde yalnız kalınca, dayanamamış teröre, dağlıya, eli silahlıya. Bırakmış ağacı, suyu, havayı, koyunu, kuzuyu, göç etmiş. ‘Cumhur, cumhur’ deyip de cumhurun halini bilmezler, almışlar önce Üzümkıran’ı, yerleştirmişler Şemdinli’nin Altınsu köyüne. O köy karışık, şimdi bile, çatışmada ölen dağlılar bu köydeki mezarlığa gömülüyor, bu köylüler de selam duruyor. Nasıl dayansın buna Üzümkıran, şehidi var, acısı var. Altınsu ile Üzümkıran olur mu yan yana hiç! Olmamış da zaten, dayanamamışlar, oradan da göç etmişler Çatalca’ya. Çatalca İran hudut boylarında bir köy. Köylümüz iş yokluğundan kaçakçılık yapar. Kaçak işi yapanlar, bu vahşi dağlılardan izin almak zorundadır. Dolayısıyla kaçak terörle iç içedir, Çatalca’yla da iç içe. Çatalca ile

Üzümkıran olur mu hiç birlikte! Olmamış da zaten. Orayı da terk etmişler.

Şimdilerde Durak’ta konaklıyorlarmış, onca insan, belki bini aşkın insan, çoluk çocuk... Devlet babanın, babalığı da kalmamış anlaşılan, bir baba öz evlatlarını sokağa atar mı hiç! TOKİ, TOKİ deyip çığırtkanlık yapanlar, yapsalar ya Üzümkıran’a en güzel evleri, en güzel alış veriş merkezlerini, verseler ya koyunlarını, kuzularını, gelen giden alsın Üzümkıran peynirini, yoğurdunu, sütünü, etini…

Bunu düşünmeyen zihniyetler, devleti yöneten zihniyetler bıraktı Üzümkıran’ı kaderiyle baş başa, yazık, bize yazık, hepimize yazık. Ah Üzümkıran ah, neler çektin sen neler, bir gören bilir, bir de yaşayan bilir, başkası değil.

Aslında acı çeken yalnız onlar değil ki, Şıh Hacı Reşit Beğe ne demeli? Biz beraberdik onlarla, beraber savaştık bu silahlı yabanlara karşı. Kendisi hem hacıydı hem beğ. Olur mu beğden korucu, diyeceksiniz ama olur. Hacı Reşit Beğ korucu oldu o zamanlar, bize güvendi. Aldı silahı, önce duvara astı. Onun korucu olduğunu duyan hainler saldırdı mı dört bir yandan Horyürek’e, acımasızca, kalleşçe. Baktı çare yok, aldı duvardan silahı. Geçit vermedi hainlere köyünden, toprağından. Önce oğlu şehit oldu, sonra yakınları bir bir. Köy, Hakurk denen hainlerin toplanma ve eğitim merkezinin tam ağzında. Ağzını açan terörist Horyürek’i yemek istiyor, yüreğini göğsünden çıkarmak istiyor. Hakurk o bölgede Hakurk olduğu sürece, nasıl dayansın Hacı Reşit Beğ! Nereye kadar dayansın Hacı Reşit Beğ! Çaresizlik aldı köyünü, çıktı Gelişen’e, karakola yakın, güvenli olsun diye. Kolay mı yeri yurdu terk etmek? Zor hem de çok zor. Hep deriz ya ateş düştüğü yeri yakıyor ve canı yanan biliyor bunu, seyreden değil. Duyduk ki sonradan geri dönmüş köyüne ama daha yorgun, daha yaşlı ve daha çaresiz…

Erzaklarını bıraktık Üzümkıran’ın, aştık Aktütün’ü, indik vadiye geri dönüş için, önde biz ve şoför. Biz yine düşüncelerdeyiz ve öldürüyor bizi, bir Üzümkıran’la iş bitmiyor ki, koca Şemdinli var bir yanda, Çekiç Güç’ün desteğiyle güç olmuş binlerce dağlı var dağlarda. Biz düşünmeyelim de kim düşünsün? Havada ölüm var, ölüm kokusu var, duyuyor bunu insan. Bu düşüncelerle indik vadiye. Siz zaten vadinin dostlarısınız, hepsini tanır ve seversiniz. Konur’da Kerem’in çayını içtik. Çıktık Yeşilbayır’a. O zamanlar Numan hayattaydı, hain pusuda şehit düşmemişti henüz. Yemek hazırladı bize, yedik, konuştuk, helalleştik, derken oradan da çıkıp tekrar yola koyulduk…

Yol uzun. Yeşilbayır’dan sonra geçtik Mehendi Deresini. Vadiden çıkış bu; sola bakın Gülle Tepeye, mutlaka sizi gözleyenler vardır, tedbirli olun. Gediği aşarsanız mesele yok, ağır ağır, düşüne düşüne, Şemdinli’ye doğru süzülün. Biz de sizin gibi yaptık. Sola baktık, tedbir aldık ve süzüldük Şemdinli’ye doğru. İşte o zaman bir mucize oldu! Ne mi oldu? Anlatalım…

– Kartal-1 Kartal, Kartal-1 Kartal, cevap verin tamam.

– Dinliyorum Kartal. Konuşan Kartal-1 tamam.

Kartal-1 biziz, tabur komutanı. Kartal ise tabur telsizi. Tabur bize çağrı yapıyor. Aradan yıllar geçti. O kahraman Üzümkıran, ta uzaklardan haber göndermiş bize,’Bizi hatırlayın’ diye. Nasıl anlatalım bilmem ki, hatırlamak için unutmak gerek. Peki ya hiç unutmadığınızı nasıl hatırlayacaksınız? Üzümkıran bizi bilir, biz Üzümkıran’ı. Unutmak ne demek, onlar bizim canımız, can canını unutur mu hiç! Rahat ol Üzümkıran, bizler hep yanınızdayız!

Telsiz öyle bağırıyor ki, dayanamadım:

– Kartal, Konuşan Kartal-1, notunu bildir tamam.

– Kartal-1, sizi evden arıyorlar tamam. Uygunsa telsizden bağlayıp görüşme sağlarız tamam.

Ne ev mi? Ev? Ev ne? Ailem mi? Bizi kim arıyor? Kızım mı? Ayşe! Oğlum Murat mı?

– Kartal-1, telefonu bağlıyorum, tamam.

Bu öyle bir görüşme ki; telsizci sabit telefonun ahizesini telsizin almacına yaklaştırır, mandalı basılı tutar, siz konuşursunuz karşı dinler, karşı konuşur siz dinlersiniz. Biz bu olayı hiç mi hiç unutmadık. Bu telefonda özel hayatımızla ilk kez biz vardık; kızım, oğlum, eşim. Bu çağrı bize dedi ki; sen yaşıyorsun, senin de bir çocuğun var, bir hayatın var, seni özleyenler var, düşünenler var! Dedi ki, sen hayattasın!

Toparlandık birden ve dinlemeye başladık bize anlatılanları, özel hayatımızdan. Bize dediler ki, kızın ve oğlun yüzme yarışlarına katılacak, sen ne dersin? Oğlum ve kızım yüzme yarışlarına mı katılacak? O anda tekrar yaşama döndük ve bir an için unuttuk her şeyi. ‘Aferin, katılsınlar’ diye cevap verdik. Fazla da uzatamadık, telsiz bu, resmi iş, üstelik herkes dinler. O telsiz çağrısı, yaşamla ölüm arasında bize bir köprü oldu. Tüm mutluluğumuz acı bir gülümsemeydi ve bu gülümseme yol boyunca hep bizde kaldı. Nereye kadar? Deyin ki üç saniye, beş saniye ama biz o anı yaşadık. Dünyada var olduğumuzu o an anladık. Mutlu olduk, yaşamda bulunmaktan ama sadece ve sadece o an için…

Hadi geri dönelim vadiye. Biliyorsunuz yeşil gözlü Numan’ın Yeşilbayır’ından çıktık. Gülle Tepeyi geçtik. Beyyurdu Gediğine vardık. Hatırlayın bakalım sonra ne vardı? Elbette ki sonrası Beyaz Dağ. Hani demiştik ya; ‘Şemdinli’den çıkıp Bembo Vadisine girerseniz, mutlaka fedakâr arkadaşlarınız geceden tedbir alsınlar orada ve siz sağ salim geçesiniz.’ diye. Almışlar tedbiri, sağolsunlar, geçtik Beyaz Dağı, Durak’taki asker arkadaşlarımızı selamladık. Asfalta çıktık ve yolumuz yine Şemdinli…

Görüyorsunuz işte, bir resim, sayfa başında size sunduğumuz bir resim, nasıl da alıp götürüyor insanı, uzaklara, yıllara, dağlara. Terör deyip geçmeyin, terörle mücadele deyip geçmeyin, çok can aldı, çok. Peki ya yaşayanlar, bu mücadeleye katılıp da ölmeden evine dönen, ama hala bu hatıralarla yaşayanlar? Unuttular, ülkeyi yönetenler şehitlerimizi unuttular, şehidinin acısıyla yaşamı bir azaba dönmüş bizleri unuttular, ailelerimizi unuttular. Şimdi duyuyoruz ki AKP siyaseti, İmralı’da yatan hainle pazarlık yapıyormuş! Hain her gün televizyonda, gazetelerde, demeç veriyor, Türkiye’ye kendince yol haritası çiziyor! Ey bu ülkeyi yönetenler, Allah’tan korkmaz mısınız siz! Kul hakkının cennette de, cehennemde de sorulacağını bilmez misiniz siz! Tez elden dönün bu gafletten, belki de ihanetten! Yürek yanıyor yürek, bu gidişat gidişat değil, içimizde bir sıkıntı var, bu işin sonu iyi değil. Bunlar sanıyor ki, ateş yakmaz, su boğmaz, ama yanılıyorlar, bu ateş yakar, herkesi yakar, en başta buna göz yumanları ve de buna neden olanları…

Şemdinli bu, bir tarih, son iki yüz yıllık Anadolu tarihinde, yaşadığı ve tanıklık ettiği olaylarla hep kendine yer bulmuş bir ateş coğrafyası. Şimdilerde bir Çarçella çığırtkanlığı çıkmış, isyan çığırtkanlığı. Bu Çarçella Şemdinli’nin dağları. Gelin, asıl konulara geçmeden sizi biraz daha anılarımızda dolaştıralım, nasıl olsa vaktimiz var, anlatırız şu Anadolu’da yakılan ateşi, yakanı, körükleyeni, göz yumanı. Şimdilik biz Eşek kapısına gidelim Çarçella’nın, oraları bir gezelim, geçmişteki günlerimizi birlikte bir anımsayalım, zaten tarihe çıkış noktamız da burası olacaktır…


Erdal SARIZEYBEK, 20 Mart 2011
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Şu dizine dön: Erdal SARIZEYBEK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 2 konuk

cron

x