
Vahşi kapitalizmin çirkin yüzünü liberalizmle sevimli göstermeye çalışanların sihirli sözcüğü “özelleştirme”dir. Özelleştirme adı altında memlekette satmadık bir şey bırakmayanların diğer sihirli cümlesi de “KİT’ler kamburdur”du. Kamu İktisadi Teşekkülleri denilen KİT’lerden uzun süredir ses yok. Ne onu 9 yıldır memleketin başına kâbus gibi çöken AKP hükümeti alıyor ağzına ne de yandaş basın. “Devlet don mu üretir kardeşim!” diye yakınan liberal-demokratlar artık yakınmıyor KİT’lerden. Vatandaşın giyeceği ucuz pazen kumaşı, ucuz olduğu kadar sağlam ayakkabıları üreten Sümerbank da çoktan satıldı. Gazi’nin kurduğu canım fabrikalar arsa değerinin bile çok altında yandaşlara peşkeş çekildi. Devlet kuruluşlarına ve gazetelere sübvanse ile verilen kağıttan şimdi kimsenin haberi dahi yok. SEKA diye bir kurumun adını hatırlayan kalmadı. Devletin kağıt fabrikaları yandaşlara hurda demir fiyatına hediye edildi. Üstelik sözkonusu fabrikaların çoğu sökülerek amaç dışı çalıştırılıyor. Bir dönem buğday üretiminde kendi kendine yeten beş ülke arasında olmaktan gurur duyulmaktan vazgeçtik, tahıldan bakliyata kadar tarım ürünlerini ithal ettiğimiz gibi kağıt ihtiyacımızın büyük bölümünü ithal etmek zorunda kalıyoruz.
KİT’lerin kambur olduğunu iddia edenlerin haklı olduğu konular yok muydu? Doğrusu bazıları gerçekten zarar ediyordu. Açıkları bütçe tarafından ödeniyordu. Ama herşeyden önce yerli üretim yapılıyordu. Vatandaş ucuz kumaş, ucuz ayakkabı, ucuz kömür, ucuz kağıt kullanırken aynı KİT’ler aynı zamanda çalışanlarıyla istihdam sağlıyordu. İşsizlik oranı nüfusun artışının çok ilerisinde artmıyordu. Vatandaş sadaka beklemiyor çalışıyor, ucuzunu arıyor ve buluyordu. Maaşı az da olsa kanaat ediyor, kimse onu dilenciliğe teşvik etmiyordu.
“Devlet Kapısı” anlayışı aynı zamanda insanın devletine olan güveninin simgesiydi. “Devlete kapak atmak” kurtuluşun göstergesi olarak bilinirdi. Bütün renklerin kirlenip birinciliği beyazın alması gibi “devlet-millet-vatan-bayrak” kavramlarının kutsiyetini ortadan kaldırmak için topyekün bir savaş başlatıldı. Yedisinden yetmişine bu toprağın güzel insanlarının inandığı değerler erozyona uğratılarak “Herşeye ekonomi gözüyle bakmak” dayatıldı. “Devletin malı deniz yemeyen domuz” zihniyetiyle kolkola giren “batıl devlete vergi vermek günah” ittifakı kısa sürede hakimiyeti ele almaya başladı. Özal ile başlayan “Bal gibi satarım” anlayışı Özal’ın takipçileri tarafından da benimsenince memlekette stratejik kuruluşlar, bankalar, mezarlıklar dahil toprak satışları da teşvik edilir oldu. Kıbrıs adasından daha büyük toprak satılırken “Ne yani, alıp sırtlarına ülkelerine mi götürecekler!..” savunması yapanlara göre paranın, dini, imanı ve ırkı olmazmış.
Bir taraftan yabancı sermayenin ülkeye gelmesi için bedelsiz arsa verip vergi dahi alınmazken, yerli sanayi Çin dahil olmak üzere eski demirperde ülkelerine gitmek zorunda bırakıldı. Diğer büyülü sözleri olan “rekabet” Türk sermayesini eritirken dünyanın hiç bir yerinde olmayan “bire beş kazanma” yabancı sermaye için geçerli oldu.
“Yerlilik” kavramını “avam”lık, “geri kalmışlık” gibi öcü haline dönüştürenlerin akıl hocaları ile para babaları milli olmadığı için, milli olan herşeye hayâsızca savaş açıldı. “Kazan kazan” parolası nedense dış politika hariç her yere sirayet etti. Terörist kazandı. Yabancı sermaye kazandı. Faiz kazandı. Öyle ki devletin çiftçisi için kurduğu, tarım ve hayvancılığı kalkındırması için görevlendirdiği Ziraat Bankası tarihinde ilk kez kazançlı hale döndü. Ama çiftçiye kredi vererek değil, para satıp faiz alarak kâra geçti. Çiftçinin traktörüne, öküzüne haciz kondu bu arada.
Özelleştirme adıyla yabancılara ve yandaşlara satılanlardan alınan komisyonlar bu yazının konusu değil. Bugün kısa hatırlatmalarda bulunuyor, son kalan milli kuruluşların nasıl hedef yapılışını da yarına bırakıyorum.
Yavuz Selim DEMİRAĞ, 6 Eylül 2011, YENİÇAĞ
ysd592@gmail.com
Hedef özelleştirme değil... Hanutçuluk...

Kimilerinin halen öve öve bitiremediği Turgut Özal’ı bizim “Yitik Kuşak” tabii sağcı-solcu, devrimci-ülkücü hiç sevmedi. Darbe rejiminin ürünü olan Özal’ın ANAP’ının memlekete verdiği zarar saymakla bitmez. Ama AKP’nin on yıllık iktidarında Özal’lı günler bile mum ile aranır oldu. Özal’ın “Yürü ya kulum”ları Demirel’in “aile fotoğraf”larına, Çiller’in “çıkın”ı bugünkü tablo karşısında masum görünüyor. İktisat bilimin kurallarını hiçe sayarak son on yılda “milyon ve milyar dolar”lık servet sahiplerinin artışı Guines Rekorlar Kitabına sığmıyor. Çok değil on yıl öncesine kadar Kapalı Çarşı’da halıcıların yanında “Hanutçu”luk yapan birisi reisi başkasının yatında ağırlamanın hediyesi olarak son beş yılda yedi tane yedi ve beş yıldızlı otelin sahibi oluyor memlekette. Dahası yakında “Bakan Yardımcılığı” makamı ile ödüllendirileceği de dilden dile dolaşıyor.
Dünkü yazımda KİT’lerden bahsetmiştim. Duyarlı okurlarımızın dikkatinden kaçmamış. “Sadece zarar edenleri yazmışsınız. Oysa kâr edenler öncelikle satıldı” diye örnekleriyle hatırlatmışlar. Haksız da değiller. Özelleştirme adıyla üç-otuz kuruşa peşkeş çekilenleri tek tek yazmaya kalksak pehlivan tefrikasına taş çıkartır. Şartname hükümlerine aykırı olduğu halde TELEKOM’un gayrimenkul satışları devam ediyor. Ama Partron Hariri’nin kankasından ses yok. Yine şartnamede “amaç dışı kullanım” dışına çıkanlar için mahkemelere başvurular da sümen altı... Baksanıza “belgeleri kaçırın” telefonu devletin tepesinden ediliyor. Bunu tespit eden savcılar derhal görevden alınıyor. Hatta önümüzdeki günlerde hapsedilmeleri bile sözkonusu olabilir. Karadeniz Bölgesinde HES’lerin ÇET raporlarına aykırı olduğu kararı veren adli personelin tayinleri ile beraber soruşturma hışmına uğrama haberlerini yazacak yürekli gazeteci sayısı da azaldı. “Verdimse ben verdim” tarihi sözü tozlu raflarda artık; “Sattımsa ben sattım” revaçta. Yükselen trend “Ben yaptım oldu... Karşı çıkan doğru kodese..”
Yalanı sakız gibi çiğneyip, iftirayı mısır gibi patlatanlar CIA karargahında aldıkları dersi okuyup ezberledikleri gibi kendilerine güvenenlerin yüzünü kara çıkarmıyor. Toplum mühendisleri talimat verince karalama kampanyası için hedefin önemi yok. Al karayı sür her tarafa... Ufak ufak haberler ile yıpratma süreci başlatılıyor. Ardından kurgu ve senaryo ile manşetler patlıyor. Kağıtlar al aşağı... Borsada deprem hisseleri değer kaybedip satışa zorlama işlemi... Ya ülkeyi terkedeceksin ya da kapıya kilit vuracaksın. Kapatmakla da kurtulamazsın sağanak gibi inen ceza yağmurunda boğulana kadar infaz... Belden aşağı vurmak da serbest. Kuralı yok bu kavganın. Yasadışı dinleme tapeleri, yatak odası görüntüleri, itibar infazı ile şantaj... Elektrik faturalarından alınan para ile yayın yapan devletin TRT’si dahil bütün televizyonlardan kanalizasyon boca edilir üzerinden. Öyle bir kir ki dağları deterjan yapıp okyanusta yıkasan çıkmaz alimallah... “Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin”in de sonuna geldik. Deve eti makbuldür kurban edip eşe-dosta, fakir-fukaraya dağıtmana da izin yok. “Ihh” de... Yani çökert deveni, bırak ve git. Hangi eşeğin arkasından kervana katacaklarına da kendileri karar verecek. Tam bir “bedevi yasası” (Bedevi yasası ile ayrıntılar Odatv.de Nihat Genç’in “Hoşgeldin Bedevi” başlıklı muhteşem yazısında)
Peygamberimizin “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” hadisine nazire yaparcasına “bize oy verenle oy vermeyen elbette bir değil” kuralı kondu. Yemesen de o acı tadı gargara ettiriyorlar. Tükürünce nezakete aykırı diye velvelesi de caba. Reçeteyi peşinen yazmışlar. “Hazmede hazmede alışacaklar...” Yapılan sağlık reformu ile eczaneler de bedava... Daha doğrusu televizyon dizilerinde uyuşturmaca... Sinema ile sanal intikam. Kuru gürültü ile karışık posta koyma. Şehidin adı kelle, terörist başının Sayın, ileri demokrasilerde bütün yollar Okyanus ötesine açılır. Haşmetli emir verirse duble yol değil köprü bile inşa edilir Amerika’ya... Böylece güzergahta rant dağıtılır kullara...
Biliyorum iki gündür sabırsızlanıyorsunuz. “Hedefte kim var?” sorusunun cevabını arıyorsunuz. Yağmacılık bedevilerde bizde yok. Biraz sabır ve bu arada kasetlerde adı zikredilip, yandaşların hedefi haline gelen milli kuruluşları düşünün. Onun sahiplerini, ortaklarını çökerttiler zaten. Kafalarına vurup ekmelerini ellerinden almaya ne kaldı ki... Bir tane KHK (Kanun Hükmünde Kararname), sabaha karşı baskın, üç-beş tutuklama. Zemin nasıl olsa müsait. “Yan gelip yatmayın. Elinizde avucunuzda ne varsa satın!” emrine “Baş üstüne” diyecekler de hazır.
Yarın hedefin tarifi...
Yavuz Selim DEMİRAĞ, 7 Eylül 2011, YENİÇAĞ
ysd592@gmail.com