
Kafaları Amerikancılıkla, emperyalizm şakşakçılığıyla sakatlananlar kabul etmese de, ABD Harp Akademileri’nde yetişenler bilmese de, NATO ABD’nin savaş ve işgal örgütüdür. 1949’da Washington’da imzalanan antlaşmayla kurulmuştur. ABD’nin yan kuruluşu, uzantısı, aparatı olarak işlev görür. İttifakın kuruluş amaçları arasında, savunma, güvenlik, caydırıcılık bağlamında topyekûn mukabele anlayışı öne çıkarılmıştır. Yani bir ülkeye yapılacak saldırının, üye devletlerin hepsine yapılmış sayılacağı belirtilmiştir. Ama gerçek böyle değildir. Örneğin Türkiye söz konusu olduğunda, bu kurallar geçerli olmaz, olmamıştır da. 1964 tarihli Johnson Mektubu, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle Türkiye’ye konan ambargo bunun ilk akla gelen kanıtlarıdır.
Durum böyleyken, NATO adına savaşmak, ABD adına müdahalede bulunmak, kuryelik, aracılık yapmak, emperyalizmin maşası, taşeronu olmak demektir. Ancak şu kuralı unutmamak gerekir. Efendileri adına ulaklık ve uşaklık yapanları emperyalizm ateşteki kullanır ve atar.
Ortadoğu’daki liderlere de böyle bakar. Bu nedenle geçmişte desteklediği Arap liderleri, son kullanma tarihleri dolunca ve yeni ittifaklar doğunca, hemen gözden çıkarmıştır. Eskiden hiç sorun yaşamadığı, tersine sadakatlerinden emin olduğu diktatörleri, darbeci generalleri bir anda defterden silmiş, yerine yenilerini oturtmuştur. Bir zamanlar, “radikal dinciler iktidara gelir” endişesiyle desteklediği Arap liderleri atıp, ılımlı hale getirdiği eskinin radikal İslamcı gruplarıyla işbirliği yapmaya başlamıştır. O yüzden ABD’ye güvenmemek gerekir. Eş başkanın iş adamı danışmanı (Cüneyt Zapsu) Amerikalılara, “Bu adamı deliğe süpürmeyin, kullanın” diye boşuna yalvarmamıştır.
Hafızalarımızı tazeleyelim. ABD, Soğuk Savaş döneminde SSCB ve komünizme karşı, Baas rejimine karşı, İslamcı hareketleri doğal müttefik olarak görmüştür. Onlarla Yeşil kuşak projesi kapsamında sıkı işbirliği yapmıştır. Tunus, Cezayir, Mısır, Ürdün gibi ülkelerdeki liderler de, kendi halklarına karşı İsrail’i bahane olarak kullanmışlardır. İsrail karşıtlığı Arap kamuoyunda çok işe yaradığından, geri kalmışlığı, açlığı, yoksulluğu, yolsuzluğu, diktatörlüğü hep “İsrail karşıtlığı” üzerinden bastırmışlardır. Ülkelerinde İsrail karşıtı söylemleri öne çıkaran Arap liderler, dışarıda ABD üzerinden İsrail’le ittifak yapmış, İsrail’i hiç tedirgin etmemiş, tersine işini kolaylaştırmışlardır. Filistin davasına göstermelik destek vererek, para yardımı yaparak, işi idare etmişlerdir. İç politikada İsrail karşıtlığı yaparken, İsrail’in en yakın müttefikinin ABD olduğunu bal gibi bilmelerine karşın, halklarına Filistin meselesiyle “ilgileniyormuş” görüntüsü vermişlerdir. Gerçekte ise bu sorunun çözümsüz kalmasından, iç politikadaki dikkatleri oraya çekmek adına yararlanmışlardır.
Arap liderler, ülkelerine az da olsa demokrasi gelirse, kargaşa çıkacağını, sokakların hareketleneceğini, istikrarın bozulacağını söyleyerek, ABD ile ilişkilerini sıcak ve halklarını baskı altında tutmuşlardır. Kendilerini eleştirenlere, “Henüz erken, toplum hazır değil” derken, ABD’ye de “Aman bizi destekle, biz gidersek radikal İslamcılar gelir” şeklinde mesaj vermişlerdir. Ancak bu liderlerin, ABD’nin o İslamcılarla gizliden gizliye görüştüğünü, onları ılımlı hale getirdiğini, işbirliği zemini yarattığını bildikleri de aşikârdır. Anımsanacağı üzere ülkemizde de Tansu Çiller, 1995 genel seçimlerinden önce ABD’ye “Beni destekleyin. Ben gelmezsem Refah Partisi gelir” demiş, bunu derken de el altından tarikat ve cemaatlerle işbirliği yapmıştır. 95 seçimlerinden hemen sonra kurulan ANAP- DYP hükümeti çökünce de, kısa süre öncesine kadar öcü diye gösterdiği Refah Partisi ile koalisyon kurmuştur.
ABD, Ortadoğu ülkelerindeki bu siyasetçi tipini çok iyi bildiğinden, dahası çoğunu kendisi yetiştirip, devşirdiğinden, “Arap Baharı” denilen süreci, emperyalizmin talepleriyle birlikte ele almak gerekir. Zira Arap ülkelerinin örgütü olan Arap Birliği bile, diplomaside ABD’nin uydusudur, hiçbir ağırlığı yoktur. 1945’de kurulan ve 22 üyesi olan birlik, Kasım 2011’den itibaren Suriye’ye yaptırım kararıyla birlikte, Suriye’nin üyeliğini askıya almıştır (Suriye’nin iki komşusu Lübnan ve Irak bu karara karşı oy kullanmışlardı). Dahası Arap Birliği’nin kimseye insan hakları, demokrasi, özgürlük dersi verecek yüzü de yoktur. Çünkü üyelerinin teokratik, otoriter rejimleri, başlarında kralları, diktatörleri vardır. Ne Suudi Arabistan, ne Bahreyn, ne Kuveyt, ne Katar, ne Ürdün bu konuda hiçbir itibarı, inandırıcılığı olmayan ülkelerdir. Türkiye Arap ülkesi olmadığı için (bu duruma üzülen, Arap alfabesine öykünen, kendisini Arapların yanında ikinci sınıf gören çok sayıda yurttaşımız olsa da) Arap Birliği üyesi değildir. Arap Birliği toplantılarına gözlemci statüsüyle katılır, oy hakkı yoktur. Türkiye’den başka Brezilya, Hindistan, Venezüella ve Eritre de gözlemci üyedirler.
Bu nedenle şunu unutmamak gerekir. ABD, Türkiye’de de, Irak’ta da, Suudi Arabistan’da da, Birleşik Arap Emirlikleri’nde de, Kuveyt’te de, İngiltere’de de, Brezilya’da da, demokrasilerde de, krallıklarda da, laik rejimlerde de, şeriat hukukunun egemen olduğu ülkelerde de, kendi öncelikleriyle uyumlu iktidarlar arar. Kendisiyle uyumlu çalışacak, sözünden çıkmayacak hükümetlerin sandıktan çok kolay çıkamayacağını bildiği için de, azgelişmiş ülkelerde demokrasinin toplumcu, katılımcı, geniş kitleleri kapsayıcı, onları siyasallaştırıcı biçimde işlemesini istemez. Bu durum AB için de geçerlidir. Washington da Brüksel de gerçek anlamda laik, demokrat, toplumcu, özgürlükçü iktidarları değil, kendi sözlerinden çıkmayan iktidarları severler. Toplumu aydınlatan muhalif aydınları değil, kendilerinin yanında yer alan organik aydınları tercih ederler. AB ve ABD’nin, Batıcı, işbirlikçi aydınlara gösterdikleri ilgiyi ve sevgiyi, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Bedri Karafakioğlu, Ruhi Su, Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Nihat Genç, Banu Avar, Erol Manisalı, Yücel Aşkın, Soner Yalçın gibi isimlerden esirgemelerinin nedeni budur. 12 Eylül darbesini tanırken, darbecilerin has adamlarına, Turgut Özal’a, İhsan Doğramacı’ya övgüler düzerken, üniversitelerden atılan 1402’lik hocalara hiç sahip çıkmamalarının sebebi budur. Bölücü yazarlara, gazetecilere, bilim insanlarına, politikacılara duydukları yakınlığı, Türkiye’nin bütünlüğünü savunan yazarlara, politikacılara, gazetecilere, bilim insanlarına duymazlar. Türkiye’de hapis cezası alan gazetecilere yaklaşımları da, öldürülen aydınlara yönelik yaklaşımları da bu yüzden çifte standart içerir. Çünkü basın özgürlüğünden, ifade hürriyetinden ziyade Türkiye’nin vereceği ödünlerle ilgilenirler.
Bu nedenle demokrasiyi, özgürlüğü, laikliği, aydınlanmayı, emeği, eşitliği, kadın haklarını, Batı’nın yardımıyla değil, Batı’yla savaşarak, Batı’ya rağmen korumak gerekir. Batı emperyalizmiyle ve onun her türden, her cenahtan, her siyasi görüşten ulakları ve uşaklarıyla mücadele etmeden hakka, hukuka, adalete, ahlaka, vicdana, emeğe, eşitliğe, onura, alın terine dayalı bir düzeni hayata geçirmek mümkün değildir.
Barış DOSTER, 25 Nisan 2012