Uşaklığın Zirvesindeki Komprador Aydınlar / Attilâ İLHAN

Şair-Gazeteci-Yazar

Uşaklığın Zirvesindeki Komprador Aydınlar / Attilâ İLHAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Cmt Eki 13, 2012 11:51

Uşaklığın Zirvesindeki Komprador Aydınlar

“... artık Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin, başlıbaşına kendisini yönetmeyecek sayılması gerektiğini; bu yüzden de vesayet altına alınması icab ettiğini kesinlikle açıkladılar...
İşte o zaman efendiler, bir paşanın başkanlığında üçü Hırıstiyan olmak üzere, altı memur, onu ulema ve iki askerden oluşan bir heyet Bab-ı Ali’de toplandı. (Elindeki Anayasa’yı göstererek) Ve bu kitabı yazdı...
“... Bu kitap, milleti memnun etmek için, milletin arzuları ve gerçek emelleri için, olumlu ve elle tutulur bir gerçeğin yansıtılması değildir. Efendiler bu kitap, düşmanlarımızı, geçici de olsa, memnun etmek amacını gözetmiş bir kitaptır... Bu kitabın içeriğinin millet ile, hakimiyet ile, milletin iradesi ile hiç alakası yoktur...
Efendiler bu kitap taşıdığı ünvan sayesinde, milleti senelerce aldatan ve aldattıkça yıkılış çıkmazına sürükleyen bir kitaptan başka bir şey değildir... Bir paçavradır efendiler...”

Mustafa Kemal, TBMM, 1 Aralık 1921


Cumhuriyet döneminde Türkiye'yi yönetenler veya Türk aydınlarının ağzında medeni dünya diye bir laf yoktu. O dönemler Türkiye büyük bir hızla ve gayretle muasır medeniyet seviyesini yakalamak peşindeydi. “Hür dünya” diye bir tanım bilmiyordu. “Hür dünya” tanımı bizim sözlüklerimize demokrasiden sonra girmiştir. Demokrasi hareketi başladıktan sonra Türkiye'de bazı parti liderleri medeni dünya, medeni dünya ile aynı düzeyde olmak, medeni dünyanın değerlerine sahip olmak ve onlar gibi olmak prensibini ortaya atmışlardır.

İktidar olmuş partilerimizin pek çok lideri pek çok nutkunda bu medeni dünya deyimini kullanırlar. Bunu rahatlıkla kullanırlar ve hiçbir zaman düşünmezler ki medeni dünya diye Batıyı kastederlerken dünyanın geri kalanını gayrı medeni ilan ediyorlar.

Batının Evrensellik İddiası Emperyalizm Döneminde Başladı

Kendi kendisine medeni dünya demesi, kendi kültürünü, kendi sanatını evrensel sayması ve bütün dünyaya karşı hakim kılacak şekilde örgütlemek istemesi Batının emperyalizmiyle birlikte başlamıştır.

Ondan önce onlar sadece Hıristiyan değerlerine güveniyorlar, Hıristiyan değerlerine inanıyorlar ve dünyayı Hıristiyan yapmak istiyorlardı. Fakat bunun adına evrensellik izafe etmeleri ve bunu bütün dünyaya yaymak istemeleri aşağı yukarı sömürgeciliğin dünyaya hakim olmasıyla ortaya çıkmıştır. Yeni kuşaklar bunu bilmezler ama biz ilkokula başladığımız zaman bile dünyada Afrika kıtasının neredeyse tümü, Asya’nın üçte birinden fazlası sömürgeydi ve Güney Amerika sömürgeye çok yakın bir konumda bulunuyordu.

Daha da dramatik olanı, Birinci Cihan Harbi’nin sonunda eğer Sevr Anlaşması uygulanabilseydi dünyadaki bütün müslümanlar sömürge halkı oluyorlardı. Böyle bir ortam içerisinde Batılı, kendini Şangay’da, Bombay’da, Kahire’de, sömürgenin herhangi bir şehrinde vakarla, hakim, üstün ve onların üzerinde hissetmek için çok rahat bir şekilde kendisini evrensel bir değer, evrensel bir güç ve evrensel bir medeniyet sahibi sayıyordu.

Komprador: Ana Kültürüyle Yerli, Misyoner Eğitimiyle Yabancı

Sömürgecilik dünyaya yayılmaya başlayınca “Bu yayılmada biz nasıl bir yol kullanacağız” tartışmaları doğmuştur o zamanlar. Çok güzel bir yol buldular. Üzerine hakimiyet kurmak istedikleri toprakları önceden tespit ediyorlar. Bu topraklarda onlar için elverişli bazı şeylerin olması lazım geliyordu. Bunlar iktisadi imkanlardı. Eğer bunlar varsa oraya misyonerlerini gönderiyorlardı. Misyonerlerin yanı sıra misyoner okulları gidiyordu. Onların yanı sıra da bazı büyük şirketler oralarda acentalar açıyorlardı, ticaret başlıyordu.

Bu ticareti geliştirebilmek için de bir takım büyük ticaret firmalarının temsilcileri o ülkelere, daha doğrusu o limanlara gidiyorlardı.

Böyle bir yere geldikleri zaman kolonyalizmin temsilcilerinin en büyük güçlüğü yerli halktı. Niye güçlük oluyor? Bu yerli halkların hepsinin kendilerine mahsus bir medeniyeti, bir kültürü, bir dini var. Bir dili var. Halbuki bunlar, gelenler şu kesin inançtaydılar ki, asıl gerçek din Hıristiyanlıktır. Gerçek kültür de kendi kültürleridir. Yerliler aslında barbardırlar. Fakat bunlarla iş yapmak zorundalar.

Bunlarla iş yapabilmek için onlarla temas etmek lazım. Onların dilini öğrenmekte zorluk çekiyorlar. Hatta biraz da tenezzül etmiyorlar. Hal böyle olunca yapılması lazım gelen şey çok net ve açık ortada; misyoner mekteplerinde bunların bir kısmını Hıristiyan yapıyorlar. Hıristiyan yaptıkları insanlara kendi dillerini öğretiyorlar ve kendi kültürlerini zerk ediyorlar. Ortaya yeni bir tip adam çıkıyor. Bu yeni çıkan adam tipi dokusuyla, ana kültürüyle baba kültürüyle yerli; fakat misyonerlerden aldığı eğitimle ve öğrendiği şeylerle yabancı. Eğer sen şimdi bu ortaya çıkmış garip tipi şirketinde önemli bir yere koyarsan birdenbire hayatı kurtuluyor ve bu defa menfaatiyle oraya bağlanmış oluyor.

İlk defa bunlara “kompradore” diyorlar; Kompradore, doğrudan doğruya bir yerli halkın içinden seçilmiş, dini, dili ve kültürü değiştirilmiş, yani kültürsüzleştirilmiş bir adamın hakim metropol ülkeye tâbi bir insan olarak kulanılması anlamına gelıyor.

Kültürsüzleştirilmiş Bir Halkın Yabana Gitmiş Evlâtları

Bu en çok hangi ülkelerde ortaya çıkmış, dikkatle bakıp incelemek gerek. Bu, ciddi şekilde Hindistan’da ortaya çıkmış. Hintlilerden çok komprador tüccar çıkıyor fakat tüccarlıkta kalmıyorlar, sonradan sanayici de oluyorlar. O kadarla da kalmıyorlar, entelektüel oluyorlar hatta sanatçı oluyorlar. Yani adam Hindu fakat dinine bakıyorsun püriten, yani İngilizlerin dinine ait, kültürü tamamen İngiliz.

İngilizlerle beraber eğitim görmüş hatta İngiltere’ye gitmiş, Oxford’da, Cambridge’de okumuş, sonra memleketine dönmüş, memleketinde İngiliz kültürünün öncülüğünü yapmış. Şaheserler yaratmış, İngilizce olarak yaratmış. Hatta kraliçe veya kral tarafından “sir” ünvanıyla “lord” ünvanıyla takdir edilmiş adamlar var orada.

Şimdi bunlar Hint edebiyatının veya Hint kültürünün büyükleri değil. Bunlar İngiliz edebiyatının büyükleri de değil. İşte bunlar komprador edebiyatının büyükleri. Kültürsüzleştirilmiş bir halkın yabana gitmiş insanları bunlar.

Peki aynı şey başka nerede görülüyor? Fransızlar bu işi Kuzey Afrika’da yaptılar. Kuzey Afrika’da çok ciddi bir şekilde Fransızlaştırma operasyonu yapılmıştır ve bu operasyonun sonunda da şimdiki Fransız edebiyatındaki romancıların çoğu Kuzey Afrikalıdır. Görüyoruz şimdi isimlerini Fransız olarak yazıyorlar. Adamın adı Ahmet, Hüseyin, bilmem ne. Aslında onlar Arap. Kuzey Afrikalı Arap. Tunuslu, Faslı, Cezayirli. Fakat o vasıflarını kaybediyorlar, o dili kaybediyorlar, o kültürü kaybediyorlar ve Fransa da, berbat bir halde yaşıyorlar ve kendilerini Fransız sayıyorlar. Fransız değiller. Arap sayıyorlar Arap da değiller. İkisinin arasında bir yerdeler.

Aynı şekilde aynı kültürü Uzak Doğu’da görüyoruz. Uzak Doğu’daki bazı kavimlerde de böyle. Malezya kökenli, Çin kökenli bazı kişiler aynı şekilde komprador tüccar, komprador sanayici, komprador entelektüel olmuşlar ve ortaya çıkmışlardır. Ve bu insanlar sömürge düzeni devam ettiği sürece metropollerde çok itibar gördüler. Çünkü kendi halkları aleyhine çalışan, kendi halklarının kültürünü reddeden ve o ülkeye metropol kültürünü yaymaya çalışan insanlardır.

Kanatları Düşmüş Osmanlı'nın Sömürgeleştirilmesi

Bunun bizimle alakası var. Osmanlı İmparatorluğu emperyalizmin dikkatini Napolyon Savaşı’ndan sonra ciddi şekilde çekmiştir. Napolyon’un Mısır’a kadar gelmiş olması ve Osmanlı’nın onları atamaması ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyan ederek neredeyse Bolu’ya kadar gelmesi ve padişahı tehdit etmesi, sonunda Batılıların araya girmesiyle ara bulunmasıyla birlikte Batı emperyalizmine Osmanlı İmparatorluğu’nun da içinde taşıdığı bir çok zenginliklerle pekala bir sömürge olabileceği düşüncesini getirmiştir.

Tıpkı Çin gibi, Hint gibi. Büyük bir imparatorluk, büyün zenginlikler içinde ve üstelik jeostratejik olarak çok önemli hele İngiltere için Hindistan yolunu kapatan bir olay. Eğer bu sömürgeleştirilirse fevkalâde cazip bir şey ortaya çıkabilir. Ama karşılarındaki Afrika’daki veya Malezya’daki bir kabile devleti değil. 600 seneden beri devam eden bayağı güçlü bir imparatorluk ama şimdi görülüyor ki, kanatları düşmüş, Napolyon’u kovamıyor. Hatta isyan eden bir valisiyle başa çıkamıyor. Buna karşı bir çare düşünmek lazım.

Tanzımatı Hayriyye Değil, Tanzımat-ı Şeriyye

Zaten hasbelkader kabul edilmiş kapitülasyonlar var. O kapitülasyonlar da Batı sermayesine ve Batı emperyalizmine zaten bir takım haklar tanımış. Şimdi nasıl yapılırsa bu imparatorluk aynı oyuna getirilebilir. Tanzimat buldukları çaredir Batılıların. “Bu Osmanlı’yı nasıl yeriz?” düşüncesinin bulunmuş çaresidir.

Bunu İngilizler istemişlerdir. Tanzimat-ı Hayriye diye ilan edilen şey tam anlamıyla, Tanzimat-ı Şerriye’dir. Bir beladır. Çünkü o zaman onlar Osmanlı halklarını serbestliğe, medeni haklara, medeni dünyaya, medeni hürriyetlere kavuşturuyoruz diye kendi kurallarını Osmanlı’ya kabul ettirmeye başlamışlardır.

Mesela Tanzimat’ın ilan edildiği dönemde burada İngiliz sefiri olan adamın karısının anılarında bu olay çok açık görülmektedir. Nasıl oynuyorlar bizimle. Sadrazam Sait Paşa hep bunlarla uğraşıyor. Yani bir yere bir vali tayin edilecek, o valiyi tayin etmek için mücadele vermek zorunda kalıyorlar çünkü oraya mesela Erzurum Valiliği’ne tayin edilecek olan adamın aslında Hıristiyan olmasını istiyor İngilizler. Bizimkiler vermek istemiyorlar. Çünkü oraya bir Hıristiyan tayin edersek sonra orada bir Ermeni valisi isteyecekler. Arkasından da özerklik isteyecekler, biliyorlar.

Bunun için ne yaptı peki Batı? Çok basit bir şey yapmış. Aynen öbürlerine yaptıkları gibi misyoner mekteplerini Osmanlı’nın içine salıvermişler. 1800'lerde birden pıtrak gibi Anadolu’da ve Orta Doğu’da her taraf bu okullarla dolmuştur. Ve özellikle de şunu seçiyorlardı: Çeşitli azınlıkların bulunduğu bölgelere daha yoğun gönderiyorlardı.

Mesela Lübnan Fransızların tercih ettiği bir bölgeydi. Musul, Irak tarafı aynı şekilde daha çok İngilizlerin tercih ettiği bir bölgeydi.

Güneydogu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesi Amerikalıların tercih ettiği bir bölgeydi. Oralarda bunların mektepleri dolmuştu. Çeşitli tarikatlardan çeşitli insanlar... Bunların hepsinin de başkenti Robert Koleji. Buralarda Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinden gelmiş ve aslında etnik özellikleri farklı kişiler tamamen onların medeni dünya dedikleri kendi dünyaları ölçüleri içerisinde yetiştiriliyorlar.

Bunların ileride Osmanlı’nın yönetiminde yer almasına dikkat ediyorlardı. Fakat bu iş bu kadarla kalmamıştır. Bizim orduyu, donanmayı da onlar adam edecekler gibi bir tavra girilmiştir Tanzimat’tan hatta öncesinden itibaren. Bunun için de mesela kara ordusunu Almanlara, deniz ordusunu da İngilizlere emanet etmişiz. Oradan da İngiliz kafalı deniz subayları, Alman kafalı kara subayları yetişmiş. Osmanlı İmparatorluğu kendisini bağımsız bir devlet hatta bir imparatorluk sayıyor fakat yetiştirdiği aydınlar artık başka bir kültürle yetişiyorlar ve onu adam edeceğiz diye öteki kültüre uydurma yollarını araştırıyorlar.

Tanzimat Da Meşrutiyet De Yabancıların Etkisiyle Olmuştur

O zaman onların Hindistan’dakilerden pek bir farkı kalmıyor. Hindistan da böyle oldu çünkü. Bizdeki Tanzimat hareketi de, Meşrutiyet hareketi de dikkat edilirse yabancıların etkisiyle ve onların istekleri istikametinde olmuştur.

O zamanın sadrazamlarına bakıyorsun Koca Vasıf Paşa İngiltere taraftarı, Halil Paşa İngiltere taraftarı, Fuat Paşa İngiltere taraftarı, Sait Paşa o kadar İngiltere taraftarı ki halk ona İngiliz Sait Paşa diyor. Mahmut Nedim Paşa Rus taraftarı, Nedimof demişler. Bu Tanzimat’ın tablosu. Yani yönetim zaten dominyon haline gelmiş.

Birdenbire bir yeni inkılap yapıyoruz, Jöntürkler yapıyorlar. Jöntürk hareketi, Jöntürklerin yaptığı inkılabın halkımızla hiç alakası yok. Gene o okullardan yetişmiş kişilerin yaptığı bir hareket. Alman İmparatorluğu not düşmüş; “Bizim askerlerin”, bizim asker dediği de onlarda eğitim görmüş askerler, Enver Paşa’yı kastediyor. “Onların yaptığı bir devrimdir” diyor. İtalyanlar da diyorlar ki, “Bizim masonlar bu işi örgütlediler” falan. Nitekim her ikisi de doğru. O kadar doğru ki 1908’de Meşrutiyet ilan edilir, 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a çıkarlar. Yeni hükümet harp ilan etmez. Ona yardım ettiler diye diyet olarak veriyor Trablusgarp’ı.

Tipik bir sömürge muamelesi görüyoruz Batılılar tarafından ve başka yerde yaptıkları şeyleri aynen burada yapıyorlar. Sömürge aydını yetiştirebilmek, sömürge memuru yetiştirebilmek için buraya bir defa yabancı okullar giriyor, misyoner okulları hem din değiştirmek için işi yapıyorlar hem aynı zamanda kültür değiştirme. Eğer dinini değiştirebilirse ne ala, değiştiremezse kültürünü değiştiriyor. O da onun işine geliyor çünkü halka yabancılaşıyor.

Bir de Osmanlı’nın inanılmaz avantajları var diğer ülkelerde olmayan. Osmanlı tebasının önemli bır kısmı Hıristiyan, onlara din değiştirmek de gerekmiyor. Onlara merhaba diyorsun, mezhep değiştir diyorsun, yani Ermeni Gregoryansa bakıyorsun Katolik oluyor. Fransızların hizmetine giriyor böylelikle.

Sömürge Limanlarında Komprador Şehirleri

Özellikle iki harp arasında çekilen filmlerde bu çok işlenirdi. Uzakdoğu’nun egzotik limanlarında, Afrika'nın egzotik limanlarında bir takım aşklar yaşanır oralara gitmiş olan birtakım Batılılar ya yerli kızlardan biriyle veyahut da oraya gelmiş Batılı fahişelerden biriyle inanılmaz maceralar yaşarlar.

Oraya gitmiş olan komprador tüccarlar Avrupalı mahallesinde otururlar, bir de komprador yöneticiler Avrupalı mahallesinde otururlar. Diğerleri yerli mahallelerinde otururlar. Hatta yerli mahallelerine gitmek tehlikeli sayılır Batılılar için.

Bunlar hangi şehirlerdir? İskenderiye'dir, Kazablanka'dır, Şangay'dır, Hong Kong'tur, Makao'dur. Bunlar çok tanınmış, özellikle sömürgecilik döneminde öne çıkmış olan şehirlerdir. Bu şehirlerin içerisinde elinle koymuş gibi bulabileceğin bir Avrupalı şehri vardır. Onun etrafında daha fakir yoksul ve küçümsenmiş olan bir yerli şehri vardır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun içerisinde Selanik, İstanbul, İzmir, Beyrut ve İskenderiye aynen böle bir komprador limanı olmuşlardır. Bu limanların içerisinde de aynen o şehirlerde olduğu gibi bir Avrupalı yerleşim yeri vardır. O Avrupalı şehri Selanik'te Beyazkule civarıdır, İstanbul'da Beyoğlu'dur, İzmir'de de meşhur Frenk mahallesidir.

Tanzimat Aydını Ülkeyi Sevr'e Getirdi

Tanzimat sonları Meşrutiyet başlarına doğru Avrupa'ya okusunlar diye gönderilmiş aydınların da evcilleştirilmesi suretiyle Beyoğlu'nda, Beyazkule'de veya Frenk mahallesinde yerli Hıristiyanlarla beraber artık Batılılaşmış, yani medeni dünyaya ait olmuş sayılan bir aydın kesimi belirmiştir.

Bu aydın kesimi Türkiye'yi ileriye götürme teşebbüsü içinde görünür fakat aslında Sevr muhadenesine götürürler. Sevr muhadenesini imzalamayı da çok yerinde bir şeymiş gibi yapmışlardır. Ve onlara karşı Kemalist hareket belirmiştir.

Kemalist hareketin neye karşı belirdiği çok nettir. Batılı senin topraklarına el koymaya karar veriyor. Senin topraklarına el koymak için uyguladığı evcilleştirme süreci, devşirme süreci aynen sömürgelere uyguladığı süreç. Önce seni dinden kaydırmaya çalışıyor, sonra dilden kaydırmaya çalışıyor, yavaş yavaş zevklerini ve yaşama biçimini değiştiriyor. Sen gittikçe ona uyuyorsun ve bunu ilericilik ve medenilik zannediyor ve savunmasını yapıyorsun. Halbuki seni kültürsüzleştiriyor.

Mustafa Kemal Paşa medeni dünya dememiştir. Tam tersine Batıya inanılmaz suçlamaları vardır. Mustafa Kemal Paşa “onların yaptığı gibisini aynen yapalım” demiyor. O “biz medeni olacağız” diyor ve “kendi medeniyetimizi yapmaya çalışacağız” diyor. Bunun için de Türk tarihine, Türk diline ayrı önemler veriyor.

Cumhuriyet Türkiyesi'nde Ulusallık Esas

Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mustafa Kemal'in uyguladığı dış politika inanılmaz esneklikteki bir dış politikadır. Sovyetleri İngilizlere karşı kullanmıştır. İngilizleri Sovyetlere karşı kullanmıştır. İngilizlere karşı Sovyetlerle beraber Fransızları kullanmıştır. Fransızlara karşı İtalyanları kullanmıştır. Mustafa Kemal Paşa bunların hepsini kullanır, hiçbirisine taviz vermez. Cumhuriyet onun için tam bağımsızdır. Bunda çok ısrarlıdır. Rusya büyük dostumuzdur, Rusya'ya da taviz vermez. Ya da yönetime burnunu soktukları anda karşılarına çıkar.

Ulusallık esastır. Ulusallığı ekonomide istemiştir. Ulusal bir ekonomi kurmaya gayret etmiştir, bunun için de kendi tabiriyle bir devlet sosyalizmi yapmak istiyor. Bunu yapmak istemesinin sebebi de çok net çünkü amele sınıfı yok, olmayınca öbür sosyalizm olmazdı. Çok akıllıca bir şey, devlet vasıtasıyla böyle bir şey yapabilirim diye düşündü.

Buna kalkışırken bunun ulusal olmasında çok ısrarlıdır, çünkü olmadığı takdirde sömürge haline düşüyorsun, perişan oluyorsun. Ulusal bir kültür yaratmak gayreti içindedir. Bunun için de dili mümkün olduğu kadar ulusallaştırmaktan yanadır. Bunu yaparken de ulusal kültür eserleri verilmesinden yana çıkmıştır. Kısa süren hayatı içerisinde yönetimde bunları yapmaya gayret etmiştir.

İlk Ray Değiştirme 1938'de

Peki biz ne zaman ray değiştirdik? İlk ray 1938’de değiştirildi. 1938'de Gazi'yi kaybedince ray değiştirdik. Çok kısa bir süre sonra o zamana kadar Batıyla hiçbir anlaşma yapmamış Türkiye Cumhuriyeti Fransa ve İngiltere'yle ittifak anlaşması yapmıştır. 1940'ta Yunan-Latin tabanına dönülmüştür. Bunun Tanzimat demek olduğu çok güzel gizlendi, büyük bir ilericilikmiş gibi sunuldu. Ve 1941'den itibarenden de milli eğitim milli olmaktan çıkarıldı. Aynı zamanda hem dini eğitime fırsat verildi hem yeniden sömürge okulları memleketin her tarafında pıtrak gibi bitmeye başladı.

Soğuk Savaş buna tüy dikti. Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra teorik olarak yalnız kalması o zamankileri dehşete düşürdüğü için kendilerini büsbütün Anglo-Saksonların kucağına attılar. Anglosaksonlar da burasını Hindistanmış gibi çok güzel biçimlendirdiler.

Ne oldu? Türkiye 1960'lara doğru tekrar eskiden olduğu gibi komprador tipli aydın, komprador tipli tüccar, komprador tipli sanayici yetiştirmeye başlamıştır.

Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında birer birer ulusallaştırılmış, kamulaştırılmış olan ecnebi şirketlerinin yerine yenileri geldiler. Ve burada o şirketlerin vaktiyle acentası durumunda olan kişiler bilahare o şirketlerin Türkiye'deki fabrikalarını kurdular, şirketlerini kurdular yani onlara ortak oldular. Böylelikle çok tipik manada komprador bir ekonomi oluşmaya başladı.

Komprador Kültürün Tüccarları

1970'lerden sonra gittikçe daha hızlı olmak üzere komprador bir kültür, komprador kültürün sanatçıları, komprador kültürün tüccarları yetişmeye başladı. Bunlar şimdi yeniden medeni dünyadan bahsediyorlar ve o medeni dünyanın standartlarına göre yaşamak lazım geldiğini söylüyorlar. Ve medeniyetin ancak onların medeniyetini benimsemek demek olacağını söylüyorlar. Yani çağdaş bir Türk medeniyeti, çağdaş bir Hint medeniyeti, çağdaş bir Çin medeniyeti olamazmış gibi koyuyorlar bu sorunu.

Bu ne şekle dönüşüyor, şu şekle dönüşüyor kendi edebiyatın reddediliyor, kendi sanatın reddediliyor, kendi kültürün reddediliyor. Bunun yerine yabancı kültürü ta eski köklerine kadar bilmek, onların gelişmesini taklit etmek, onlar gibi yapmak marifet sayılıyor. Ve eğer eskaza kendi yaptıklarını orada bir beğenirler de yayınlar, oynar veya takdir ederlerse sen çok zirveye varmış sayılıyorsun. Bu uşaklığın zirvesi tabiatıyla, köpekliğin zirvesi. Fakat bunun farkında değiller. O kadar devşirilmiş oluyorlar ki, kendilerini oralı sayıyorlar artık.

Çıtırbom Yazarlar Aslında Acente

Bizim sanatkarımız da öyle oluyor. Yani Mustafa Kemal Paşa zamanında Anadolu edebiyatı, Anadolu sanatı teşebbüsü vardır. Onlar Batılıları örnek almıyorlardı. Tanzimatçılar alıyorlardı, Meşrutiyetçiler de almışlardır. Cumhuriyetçiler almıyorlardı, Cumhuriyetçiler kendi kültürlerini yaratmaya çalışıyorlardı.

Ne zamandan itibaren bu iş başladı? Garip hareketinden itibaren başladı. Garip hareketi çok net bir şekilde Fransız edebiyatından bir akımın Türkiye'deki temsilcisi olarak ortaya çıktı. Acenta oldu yani. Tıpkı onun gibi arkadan İkinci Yeni akımı geldi, o da bir acentaydı.

Onun arkasından da bu çıtırbom yeni romancılar geldiler. Bunlar da acenta, bunlar da Batıdaki rüzgarın cereyanı. O cereyan da çok açık, çok seçik, çok belli. O Salman Rüştü, Teslime Nesrin şeklinde görünen cereyan, yani aslında Üçüncü Dünyalı olup Üçüncü Dünya halklarını küçük gören ve Batıyı öne çıkarmaya çalışan ve onların haklı olduğunu söyleyen devşirilmişlerin edebiyatı.

Şimdi biz de bunları üretmekle meşgulüz, oraya geldik. Komprador bir kültür yaratmaya çalışıyoruz ve bunun kendi kültürümüzle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı gibi kendi kültürümüzü zaten horgörüyor. Böyle bir durumdayız.

Demek ki şimdi Türkiye ekonomide Ortak Pazar sayesinde yani Avrupa Birliği sayesinde, IMF ve Dünya Bankası sayesinde zaten komprador ekonomiye dönmüş durumdadır. Komprador ekonominin başını çeken de TÜSİAD'dır. Politikada zaten hep başından beri, yani NATO'ya girdiğimizden beri artık bağımsız bir dış politika güdemiyoruz. Doğrudan doğruya onların etkisi altındayız. Partilerimizin hemen hepsi komprador, acenta oradaki bir firmanın Türkiye'deki temsilcisi halinde politik düzeyde. Edebiyatta da durum aynı, sanatta da durum aynı. Son derece kötü, komprador bir hayat içerisindeyiz.

Geçenlerde bu söylediğimi teyit eden bir olay gördüm. Ben bunu daha evvel söylemiştim Orhan Pamuk'tan bahsederken. Demiştim ki, Salman Rüştü gibi olmak istiyor. Bir Batı Avrupa dergisinde bu konularla ilgili yazılar vardı; Orhan Pamuk'un ismini Teslime Nesrin ile beraber gördüm. Yani ne oldukları böylelikle tespit edilmiş oldu. Söylediğim doğru, onlar içimizden seçip kendi aleyhimizde adam arıyorlar. Bunu buldukları zaman da paye veriyorlar ve ne olurlar bunlar böyle giderlerse asıl mesele bu. İşte bunun önünün kesilmesi lazım.

Komprador Aydın Tıpını Çok Takmamak Lazım

Şimdi Türk halkının büyük bir sakinlikle bunu görmesi lazım. Biz bu duruma düşecek bir ülke değiliz. Biz en kötü zamanımızda, pekala ulusal demokratik devrimimizi yaptık. Bununla da kalmadık, ulusal kültürümüzü yarattık. Yani medeni milletlerin medeniyetine muhtaç değiliz. Tarih birikimimiz çok. Kendi kültürümüze dayanarak, kabile kültürümüzden beri, ümmet kültürümüz de dahil olmak üzere bunları benimseyip koruyarak, tamamen çağdaş ulusal ve gelişmiş bir kültür yaratabiliriz.

Mustafa Kemal Paşa'nın yazdıklarını okuyanlar Mustafa Kemal'in ısrarla Türk halkına şunları söylemek istediğini görür: Kendine güven. Çünkü Osmanlılar kendine güvenmiyordu. Kendine güvenirsen yaparsın. O kendine güvendi ve yaptı. Ve bu güce sahip olduğunu göstermiştir.

Nasıl bir dramdır ki, daha o zamandan bizim toplumumuzda aynı hataların yapılıp, aynı yerlere götürecek insanlar olduğunu görmüş ve o şartlar altında bile yapman lazım gelen görev neyse onu da söylemiştir: “Bunların hepsi başınıza gelebilir, aldırmayın. Siz güçlsünüz, eğer dayanırsanız bunların da üstesinden gelebilirsiniz”.

Bu bakımdan komprador aydını tipini çok takmamak lazım. Bunu tam önleyemeyiz ama önlemenin yolları var.

Yapılması gereken birinci iş, artık ulusallığını kaybetmiş olan eğitim ve öğretimi ulusallaştırmaktır. Bunun için de ilk önce ecnebi okullarının ortadan kaldırılması lazım. Yabancı dille tedrisatın hele de devlet okullarında kesinlikle ortadan kaldırılması lazım. Yabancı dil öğretsinler ama başka yollarla öğretsinler. Ve ayrıca da mutlaka Batı dillerini öğretmek zorunda değilsiniz. Dünya dilleri dendiği zaman bunun içinde İspanyolca da var, Rusça, Arapça, Çince ve Japonca da var. Bunları niye öğretmiyorlar acaba? Bunun dışında ulusal ekonomiye yönelik tedbirler almak gerekiyor.

AB ile Gümrük Biriği kurma rezaletimizi mutlaka ortadan kaldırmamız lazım. Bu anlaşmayla 1838'de İngilizlerle yaptığımız Ticaret Anlaşması arasında hiçbir fark yok. AB'ye karşı ticari ve iktisadi alanda mutlaka tedbirler almak lazım. Bizim ekonomimiz acenta ekonomisi değil. Bizim ekonomimiz ulusal, kendi kendini yaratan bir ekonomi. Mustafa Kemal Paşa Etibank'ı, Sümerbank'ı ortaya çıkardı. Biz kendi sanayimizi kuruyorduk. Şimdi o sanayiler, o fabrikalar elimizden alınıyor. Kendi kurduğumuz sanayii acenta haline getiriyorlar.

Kompradorluk gerçekte sömürgeleşme yolunda bir acenta mantığının bir ülkenin herşeyine hakim olmasıdır. Yani orada ulusal hiçbir şey kalmaz. Ulusal olan herşey ikinci plana atılır. Yabancının değer ölçüleri hakim olur. Sen onların acentası olarak görev yaparsın. Edebiyattan tut politikaya, ekonomiden tut bilime kadar böyle olmuştur.

Attilâ İLHAN
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Uşaklığın Zirvesindeki Komprador Aydınlar / Attilâ İLHAN

İletigönderen İstiklâl » Cmt Eki 13, 2012 21:03

Tanzimat Da Meşrutiyet De Yabancıların Etkisiyle Olmuştur


Tanzimat Aydını Ülkeyi Sevr'e Getirdi

Tanzimat sonları Meşrutiyet başlarına doğru Avrupa'ya okusunlar diye gönderilmiş aydınların da evcilleştirilmesi suretiyle Beyoğlu'nda, Beyazkule'de veya Frenk mahallesinde yerli Hıristiyanlarla beraber artık Batılılaşmış, yani medeni dünyaya ait olmuş sayılan bir aydın kesimi belirmiştir.

Bu aydın kesimi Türkiye'yi ileriye götürme teşebbüsü içinde görünür fakat aslında Sevr muhadenesine götürürler. Sevr muhadenesini imzalamayı da çok yerinde bir şeymiş gibi yapmışlardır. Ve onlara karşı Kemalist hareket belirmiştir.


Elbette nerdeyse hepimiz okumuşuzdur, Tanzimat dönemi sanatçılarından Namık Kemal'in Vatan yahut Silistre adlı eserine dair, yukarıdaki yazıyı okuduktan sonra daha da belirginleşen birkaç karanlık nokta var kafamda. Kitabı çok evvel okumuştum aklımda kaldığı kadarıyla;

Orta veya son kısımlarda Zekiye'nin sevdiği İslam Bey ile Zekiye'nin babası Sıtkı Bey arasında bazı konuşmalar geçer. Belki de Sıtkı Bey'in halka yaptığı konuşmalardan biriydi. Son derece yüksek vatanseverlik duygularıyla gerçekleşen bu konuşmanın sonlarında bir yerinde bir taraf "Vatanı kurtarma mücadelemizde yabancı ülkeler de bize destek veriyor, onlardan da yardım almalıyız" gibi bir söyleme karşılık "evet, almalıyız" ya da "hayır, almamalıyız" gibi bir kararsızlık içeren sahne hatırlıyorum, yanlış şekilde de hatırlıyor olabilirim. O zaman da aklımda soru işaretleri kalmıştı, bu yazıyı okuduktan sonra hepten depreşti bu fikirlerim. Hiçbir art niyetim, hiçbir iddiam, hiçbir karalama amacım yok, o kısımda, ki eğer hatırladığım gibiyse, yazar acaba varolan "dış desteklere olan eğilimi" n yanlış olduğunu mu yoksa bu eğilimin yararlı olabileceğini mi dile getirmiştir? :)
Kullanıcı küçük betizi
İstiklâl
Üye
Üye
 
İletiler: 10
Kayıt: Pzt Tem 16, 2012 22:50


Şu dizine dön: Attilâ İLHAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x