
Tarihsel, kültürel, toplumsal ve siyasal derinliği olmayan, mücahitlikten müteahhitliğe hızla geçiş yapan, kamu ihaleleriyle beslenen, ulufe dağıtarak besleyen, gelecek tahayyülü ve tasavvurundan yoksun bir muhafazakârlığın nasıl bir tahribata yol açtığını toplum henüz tam olarak görmedi. Bu yüzden nelere yol açacağını da öngöremiyor. Yerli ve milli olmayan, antiemperyalist bir duruş sergilemeyen, tersine emperyalizmin beslemesi olan, Arap özentisi bir İslamcılığın sonuçları da henüz anlaşılmadı. Ama bu ikisine yaslanan yeni Osmanlıcılık çabuk iflas etti. Beyaz Saray ile Ortadoğu başkentleri arasında kuryelik yapmaktan ibaret olan bu siyaset sıfırı tüketti. Fena halde yanıldı ve yenildi.
Siyasal İslam’ın durumu dünyada da farklı değil. ABD’den para ve silah alarak Libya’da Kaddafi’yi devirenler, şimdilerle Suriye’de Esad’a karşı savaşıyorlar. Dün Afganistan’da, Pakistan’da sözüm ona ABD’ye karşı savaşan El Kaide militanlarının, bugün ABD parasıyla, ABD ve İsrail’in düşmanı olan Suriye’ye karşı savaşmaları, sadece büyük bir tutarsızlığa işaret etmiyor. Aynı zamanda her zaman emperyalizmin maşası olarak hareket ettiklerini de ortaya koyuyor. Soğuk Savaş döneminde ABD parasıyla SSCB’ye, komünizme, BAAS’a karşı savaşanlar, Arap Baharı ile birlikte yine ABD’den işaret ve icazet alarak bu kez Esad’a karşı savaşıyorlar. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan), İsrail karşıtı söylemlerini yumuşatıp, ABD’ye güvence vermesi, onların adayını cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtmadı mı? Libya’da Kaddafi’yi devirdikten sonra “ülkeye şeriat getireceğiz” diyen yönetim, ABD’nin has oğlanlarından oluşmuyor mu? En İslamcı rejimin kendisi olduğunu öne süren Suudi Arabistan’ın ABD’nin uydusu olduğunu anımsatmaya gerek var mı? Geçelim…
Kendi tarihimizde, İngiliz Muhipler Cemiyeti üyesi olan şeyhülislamlara, Şeyh Sait’e, Derviş Vahdeti’ye, Sait Molla’ya, işgalci Yunan ordusunu halife ordusu olarak kutsayan, Kuvayı Milliyeciler aleyhinde “katli vaciptir” fetvası veren ulemaya kadar gerilere gitmeye gerek yok. İslamcılığın yerli bir akım olduğunu söyleyen Ali Bulaç’ın, Irak’ta ABD ordusunun yaptığı işkencelerden, ABD ordusundaki eşcinsel askerleri sorumlu tutması, emperyalizmin sistemli barbarlığını, örgütlü vahşetini perdeleme, saklama çabası değil mi? HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un, yerli ve milli bir parti olduklarını, parti programında antiemperyalist vurguya, NATO karşıtı söylemlere, İncirlik Üssü’nü kapatmaya yer verdiklerini söyledikten sonra, Türk siyasal tarihinin gördüğü en Amerikancı ve kapitalist partiye geçmesi neyi kanıtlıyor? Eş başkanın eski yol arkadaşı Abdüllatif Şener’in, onun İsrail’le yaptığı gizli anlaşmadan, yaşananların danışıklı dövüş olmasından bahsetmesi, neyi ortaya koyuyor? Örnekler çoğaltılabilir…
İslamcı cenahta siyaset yapanlar tarih ve iktisatla biraz olsun ilgilenselerdi, Osmanlı Devleti’nin, güçlü olduğu dönemlerde bahşederek, lütfederek Batı devletlerine verdiği kapitülasyonların, sonradan nasıl imtiyazlar sorununa dönüştüğünü, zayıflayan Osmanlı’nın istemeyerek kapitülasyonları vermek zorunda kaldığını öğrenirlerdi. Osmanlı ile İngiltere arasında imzalanan 1838 Balta Limanı Sözleşmesi’nin, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı üzerindeki etkilerinden ders çıkarırlardı. 1854 yılında Kırım Savaşı münasebetiyle alınan ilk dış borcu (son taksidi 1954 yılında ödenmiştir), 1881 Muharrem Kararnamesi’ni, Duyunu Umumiye İdaresi’ni bilirlerdi. Ama belli ki ilgisiz ve bilgisiz durumdalar.
Tutarlı bir emperyalizm karşıtlığına zaten sahip değiller. Zira ekonomik, sınıfsal, ideolojik tahlil, kuvvet tahlili yapmıyorlar. İşi sadece İsrail ve siyonizm karşıtlığına indirgemek, ABD’ye de emperyalist politikalarından ötürü değil, İsrail’in hamisi olduğu için karşı çıkmak, meseleye bütüncül bakmadıklarını kanıtlıyor. Büyük resmi görmüyorlar. Tutarlı bir emperyalizm karşıtlığından geçtik, iktidara gelince ABD ve İsrail’in en sevdiği politikaları izleyenlerin İslamcı kadrolar ya da onlardan destek alan muhafazakâr, milliyetçi, mukaddesatçı, sağcı politikacılar olduğunu unutmamak gerekiyor. “Türkiye’yi pazarlamakla yükümlüyüm” diyen eş başkan da böyle. Onun ilham aldığı, Adnan Menderes (Suriye’ye müdahaleyi düşünmüştü) ve Turgut Özal (Birinci Körfez Krizi’nde bir koyup üç alacaktı hani) da böyle. Ona danışmanlık yapan Tansu Çiller de böyle.
İslamcı siyaset ve ondan beslenen muhafazakâr kadrolar sadece ideolojik düzlemde değil, politik pratikte de, entelektüel yaşamda da emperyalizme karşı değiller. Sabahtan akşama kadar masonlar aleyhinde atıp, 12 Eylül mağduru olduğunu söyleyip, 12 Eylül sonrasında da hem mason hem de İsrail’in ve ABD’nin en sevdiği adamlardan olan İhsan Doğramacı sayesinde YÖK üniversitelerinde büyük güç kazananlar kimlerdi? Aydınlar Ocağı çevresi değil miydi? İhaleleri üçe beşe kapatan, gökdelenleri, alışveriş merkezlerini, lüks konutları diken, ama hiçbir özgün, estetik, tarihe saygılı, kültürel mirasa duyarlı iş yapmayan günümüz müteahhitleri değil mi? Hem Mehmet Akif’i sevip, Asım’ın Nesli olmakla övünüp, hem de vatan topraklarını yasayla yabancılara satmak neyin nesi? Vatanın toprağını koruyamayan, dilinin yozlaşmasını önleyemeyen bir muhafazakârlık neyi, ne kadar muhafaza edebilir?
Gelelim dış siyasete. Hariciye Vekili’nin, bir zamanlar eş başkanın ünüyle övündüğü Arap sokaklarında şimdilerde eş başkanın esamisi okunmuyor. Suriye politikası, NATO adına keşif uçuşu yapan jet uçakla birlikte denize çakıldı. İç siyasette yabancılara toprak satışını, dış siyasette Mehmetçiği NATO (siz buna ABD deyin) emrine vermek izliyor. Yani yabancılara hem toprak hem de kan satılıyor. Yoksulların çocuklarının, yurt toprakları satıldığı için, bir süre sonra uğrunda ölecekleri bir vatan toprağı kalmayacağından, başkalarının paralı askeri, lejyoneri olarak ölmeleri kaçınılmaz hale geliyor. Adnan Menderes’in Kore’ye asker göndererek açtığı bu kapı, daha da genişledi. İktidarın ve muhalefetin akıl hocalarından, muhafazakârların, liberallerin, Kürtçülerin ve bir kısım sosyal demokratların sponsoru olan ünlü borsa spekülatörü George Soros’un Sabancı Üniversitesi’nde söylediği şu sözü hiç unutmamak gerekir: “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü Türk ordusudur”. Bu söz, sadece adı geçen holding üniversitesinin sahibesinin ve emrindeki hocaların değil, son 10 yılın erkânı harbiye umum reislerinin de, iktidarın da, muhalefetin de altına imza attığı bir sözdür. Çünkü sınırlarını korumakta, iç güvenliğini sağlamakta zorlanan bir ülkenin, Afganistan’da NATO emrinde asker bulundurmasının, Suriye’ye girmeye çalışmasının başka bir izahı yoktur.
Sözün özü: ABD ordusunun mensubu olarak Irak’ın işgaline katılan ama ABD yurttaşı olmayan askerlerin hangi ülkelerin gençleri olduğunu, hangi amaçla o barbarlığa bulaştıklarını iyi tahlil etmek gerekir. Yanı başımızdaki Irak örneği, her açıdan derslerle doludur. Bu kutsal vatan, Irak’a, Libya’ya benzememelidir.
Yemen Türküsü boşuna yakılmamıştır.
Barış DOSTER, 11 Eylül 2012