Ergenekon Tertibinin Savunucuları

Her örtülü operasyon 'Ergenekon' değildir

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 9:44

Her örtülü operasyon 'Ergenekon' değildir

Faks: 0212 354 36 19


Tuncay Güney'in, Ergenekon hakkındaki 2001 tarihli görüntülü ifadeleri, dün TV'lerde deprem etkisi yaptı. Bu ifadeleri değerlendirirken bazı noktaları unutmamak gerek:

1) Tuncay Güney askerli sivilli, dallı budaklı bir örgütlenmenin küçük bir parçasıydı.
Söylediklerinin bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış, bir kısmı yönlendirme amaçlı olabilir.
Ayrıca bu ifadelerin sadece sekiz yıl önce değil, aynı zamanda 2002'deki AKP iktidarından da önce alındığını unutmamak şart.
Çünkü bilhassa 2003'ten sonra ifadelerde yer almayan çok acayip işler oldu Türkiye'de. Birkaç tanesini sayalım:

* Mayıs 2003'te Cumhuriyet gazetesinin Gençız şeklindeki manşeti, ordu içindeki itişmeyi ortaya koydu.
* 2004'te iki darbe atlattığımızı Nokta dergisinin yayınları sayesinde öğrendik.
* Mayıs 2006'da Cumhuriyet gazetesine bomba atıldı, ardında da kanlı Danıştay baskını yapıldı.
* Ocak 2007'de Hrant Dink öldürüldü.
* Cumhurbaşkanı seçimini engellemek için 367 hokkabazlığı icat edildi.
* Cumhuriyet mitingleri ile darbe ortamı yaratılmaya çalışıldı.
* 27 Nisan 2007'de elektronik muhtıra denilen bir bildiri yayınlandı.
* İstanbul'da ve Eskişehir'de, Ergenekon cephaneliklerinin yakalanmasıyla baş döndürücü bir süreç başladı.
* 2008'de iktidar partisi kapatılmaktan zar zor kurtuldu.

2) Tuncay Güney'in söylediklerinin ne anlama geldiğini kavramaya çalışırken, mutlaka yapılması gereken bir ayrım var:
Hoşlanalım ya da hoşlanmayalım, hemen her devlette olduğu gibi Türkiye'de de derin denilen bir gölge örgütlenme bulunuyor.
Önemli olan bu örgütün nasıl ve hangi amaca göre kullanıldığıdır.
a) Bu gölge örgüt, Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Genelkurmay Başkanı'nın görüş ve bilgileri dahilinde hareket ediyorsa başka...
b) Bugün Ergenekon olayında gördüğümüz gibi iktidarın aracı olarak değil, birileri tarafından iktidarı ele geçirmek için kullanılıyorsa başkadır.
Örneğin, 1990'lı yıllarda yerli Hizbullah'ın PKK'ya karşı kullanılması bir devlet kararıdır.
Bilançosu korkunç olsa da, meşru iktidar tarafından yürürlüğe konmuştu.
O kararı uygulayanlar arasında günümüzün Ergenekoncularının bulunması, olaya Ergenekon damgasını vurmaz.
Bu tip ayrımlar yapmadan olup biteni anlamak mümkün değildir.

Avrasyacı darbe
Ergenekon dostları Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a, " Susma, sustukça sıra sana gelecek " diye sesleniyor.
2007'de Ergenekoncuların, dönemin GK Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ı saflarına çekmeye çalıştıklarını yazmıştım.
Buna mecburdular, çünkü GK Başkanı olur vermeden Ergenekoncular asıl amaçlarına ulaşamazdı. Yani Avrasyacı darbe yapılamazdı.
Büyükanıt'tan sonra umutlarını Başbuğ'a bağladılar. Ancak o heveslerini kursaklarında bırakacak şekilde davranıyor. Ergenekoncuların kışkırttığı alt kadroları ürkütmeden örgütü tasfiye etmeye çalışıyor.
Mesela evinden cephanelik çıkan Yarbay Mustafa Dönmez'in bu işi tek başına yaptığı düşünülebilir mi? Kariyerini tehlikeye atarken kime güveniyor, kimden emir alıyor, kime emir veriyordu?
Bu tip olaylar, tanıdık bir hükümet devirme hazırlığından öte, asıl hedefin rejim ve blok değişikliği olduğunu gösteriyor.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Yeraltı ordusu!

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 10:00

Yeraltı ordusu!

Tel: 0537 660 71 21
Faks: 0212 354 34 72


Kimse hemen "sıfat tamlaması" ile "maksat" filan aramasın.
Anlatacağım zaten.
Şu şıklara bir bakın:
a) Bir ordu yeraltında da örgütlenebilir.
b) Yeraltında bir ordu örgütlenebilir.
c) Bir ordu yeraltı örgütlenmeleri tarafından kullanılabilir.
d) Bir ordu yeraltı örgütlenmelerini kullanabilir.
e) Bir ordunun içindekilerle yeraltındaki birileri birbirini kullanabilir.
f) Bu yeraltı ordusunu yabancılar da kullanabilir.
g) Yeraltında örgütlenmiş ordu kendine uzak hatta "düşman" denen ya da "birbirine uzak hatta düşman" kesimleri de kullanabilir.


Bu şıkları esnete esnete çoğaltabilirsiniz.
Ama "Mukavemet teşkilatları, Gladio ve Kontrgerilla'dan Susurluk ve Ergenekon'a"; Devlet şimdi bu sorunun cevabını "millet"e vermek zorunda.
Sadece, "muhtemel bir düşman saldırısı"na, "muhtemel bir işgal"e, "muhtemel bir ulusal direniş"e hazır olmaktan veya "terörle mücadele"den söz etmiyoruz.
Kendi ülkesinde; Ya doğrudan cinayet, suikast, katliam ve sabotajlarla veya tahrik ve provokasyonlarla binlerce insanın(ın) canını almış, alabilecek "yapılar"dan söz ediyoruz.
Bu ülkenin zihnini, iç politikasını, darbelerini, darbelerin ekonomik programlarını, milyonlarca insanın sesinin kısılmasını, milyonlarca insanın kıstırılmasını, burasının sürekli birbirinden nefret ve kin toprağı olarak kalmasını şekillendiren "yapılar"dan söz ediyoruz.

Mesele sadece yargı meselesi de değil üstelik.
Siyasete, Meclis'e, gazeteciliğe ve de özellikle Genelkurmay'a düşen "aydınlatma" sorumlulukları var. Hesap verme, hesap sorma gereklilikleri var.
Sadece, cephaneci, krokici bir yarbayın birkaç gün kaçtıktan sonra, nasıl bir sebep veya etkiyle olduysa teslim olması ve hemen "Askeri" cezaevine konmasıyla bitecek bir sorumluluk değil bu.
Anlaşılıyor ki;
Bu ülkede, "devlet malı, ordu malı, örtülü ödenek malı" gömülü, kayıp, çalıntı, alıntı, silah, bomba ve plastik patlayıcılarla bir şeyler amaçlanıyordu...
Amaçlanıyorsa, mümkün ki, onca yıl (binlerce ölünün kanıtladığı gibi) pekala kullanıldı da.
Bir "İbrahim Şahin'in imalatı, kullanımı, yargı süreçlerinde kollanması, çukurda uyutulup yeniden ortaya çıkarılması" ve onun MİT ve Genelkurmay'la "ilişkiler"ine dair verdiği mesajlar dahi öyle "sosyal ilişki"yle filan açıklamakla vicdan tatmin etmiyor.
Çünkü ortada cinayetler, suikastlar, şantaj ve tehdit belgeleri var.

Belli ki birileri bir "yeraltı ordusu" da oluşturmuş...
Ve bunun için de, "devletin, milletin ordusu" denenin içinde örgütlenmiş, orada fişleme, dinleme, takip, dosyalama arşivleri ile silah çukurları oluşturmuş. Giderken götürmüş. Oradayken kullanmış.
Bunun siyasi, idari ve askeri sorumluları çok ciddi hesap vermeli.
Çünkü burası binlerce can vermiş bir ülke.
Çünkü burası bir "Yeraltı cumhuriyeti" değil!
Öyle mi yoksa?

Hissetmeyene

Hak, hukuk üstüne "büyük" sivil ve asker insanlar için çok titizlenenlere, "alttakiler"i (yine) hatırlatmıştım. Tabii bu hatırlatmadan hoşlanmayan, "alttakiler"i aynı değerde insan göremeyen "küçük" insanlar da var.
Onlara, yüzlercesi arasından iki "içeriden cevap" sunayım; az hissetsinler:
"Her okuduğumda hangi çağda yaşadığımızı sorgulamak geliyor. Bizi yönetenler, yazarlar, düşünürler, aydın görünümlü kişiler, topluma eylem ve davranışıyla yön verenleri gözlüyor, dinliyor ve izliyoruz.
Demokrasi, insan hakları, eşitlik, hak, hukuk, adalet, cumhuriyet, çağdaşlık, evrensel insani değerler vs. gibi kavramları dillerinden düşürmüyorlar.
Bugün ülkemizde bu kavramlara acil ihtiyacı olan insanlar var. Bu insanlar için somut olarak ne yaptınız? Hangi katkıyı verdiniz? Kendi menfaatlerinizi savunmak, kuru gürültü yapmak dışında, yukarıda saydığım, insanlık için gerekli değerleri yaşama geçirmek için hangi çabayı sarf ettiniz?
Bunları sadece biz astsubay haklarını savunduğunuz için değil, bizim gibi ezilen, hakları çiğnenen her kesim için yazdığınızı bilerek söylüyor, bu acıları yaşamış insanlar olarak, aynen sizler gibi, onların acılarını da yüreğimizde hissediyoruz."

"Yazılarınızı okuyan bir astsubayım. Daha önce yazdığınız sorunlar, maaş, orduevi, lojman, 1'in 4'ü benim için daha az önemli. Çünkü uzman arkadaşların ve beyaz yakalı kölelerin haline bakıp şükrediyorum. Ama 20 yıllık asker olmama rağmen, oda hapsi, göz hapsi gibi şeyleri sindiremedim.
Diğer gazetecilerin bu konulara uzak olmasını, hiç dile getirmemesini yıllardan beri anlamış değilim.
Bu yazılarla vicdanımı geliştirdim sanıyorum. Mümkün olduğunca hoşgörülü olmaya ve Mehmetçiğe, insanlara insanca davranmaya gayret etmeye başladım. İnşallah İç Hizmet, Askeri Ceza kanunları bir gün değişir de, insanca yaşama yol alınır."


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

McCarthy'cilikten daha büyük tehlike

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 10:08

McCarthy'cilikten daha büyük tehlike

f.koru@yenisafak.com.tr


Tartışma programlarından birinde, bir yazar, Ak Parti hükümetine sürekli eleştirel yaklaştığı için geceleri hop oturup hop kalktığını açıklamış; 'Ergenekoncu medya mensubu' olarak yaftalanıp gözaltına alınma endişesi yüzünden... Son birkaç gündür, aynı konumdaki birkaç kalem, kimi “McCarthy'cilik yapılıyor” diye kör-atışı suçlamalarla, kimi ortaya “Yapılmamalı” öğüdü vererek benzer duygularını şöhreti-kötü Amerikalı politikacı üzerinden ifade edip duruyorlar...

Böyle bir yakın ve gerçek tehlike var mı?

Elbette olabilir. ABD'de 1950'li yıllarda 'kızıl tehlike' rüzgârı estiren Senatör Joseph McCarthy her kımıldayan daldan birilerini suçlardı. Çoğu mesnetsiz suçlamaları yüzünden sayısız yazar-çizer, bürokrat işini kaybetti; cezaevlerine düşenler oldu. Amerika'da olabilen bizde neden olmasın?

Ülkemizin yakın tarihinde estirilen McCarthy'ci rüzgârların ne kadar etkili olduğunu hep birlikte gördük. 28 Şubat döneminde, “Zampara hafız” ve “Çocukların beyinlerini yıkıyorlar” türü manşetlerle ne ocaklar söndürüldü... Bir PKK'lının verdiği ifadeye karargâhta elle yapılan ekleme hiç itiraz edilmeden haberleştirilince, “Alçakları tanıyalım” başyazıları eşliğinde, medyada geniş çaplı tasfiyelere gidildiğini nasıl unutabiliriz?

Hiç kuşkum yok, ipin ucu gevşek bırakılırsa, kamuoyunu derinden sarsan Ergenekon operasyonu vesilesiyle de benzer bir durum yeniden hortlayabilir.

McCarthy'ci rüzgârların toplumu esir almaması en büyük temennimdir.

Endişemin kökeninde, bugün hesabı görülmekte olan dönemin dün burada kısa mı kısa bir özetini sunduğum ölümlü ve kitleleri kışkırtıcı eylemlerinin toplumda meydana getirebileceği feveran ve galeyan hisleri yatıyor. Yılların ürünü güvenin birdenbire yerini haklı kuşkulara terk etmesiyle yaşanacak derin hayal kırıklıkları, olan-biteni gizlemeye yarayan duvar birdenbire çöküp gerçeklerin ortaya dökülmesi, insanlar üzerinde nasıl bir etki yapacaktır, bunu kim bilebilir?

Uğur Mumcu suikastını ele alalım: Eylemin işlendiği dönemin özelliği sebebiyle bir milyona yakın insan kâtilleri kınamak üzere sokaklara döküldü. Mumcu'nun mesai arkadaşları, onu örnek bilen genç meslektaşları, tanıdıkları, aynı görüşleri paylaşanlar ve hepsinden önemlisi ailesinin fertleri... O gün bugündür matemini tutuyorlar...

Suikastın 'gerici bir ayaklanma' hazırlığının parçası olarak 'dinci bir örgüt' tarafından işlendiğine inanan bütün bu insanlar, “Kâtiller” diye suçlayageldikleri kesime mensup insanların da en az kendi sevdikleri kadar mâsum olduğunu öğrenirlerse ne olacak? Hele bir de kâtil(ler)in fazla uzaklarında olmadığı, cinayetin amacının da kendilerini sokağa dökmek ve kinlendirmek olduğu ortaya çıkarsa?

Güldal Mumcu'nun dönemin bir yetkilisinden “Tuğlayı çekin, duvar yıkılsın” talebi ancak şimdi yerine getirilebiliyorsa ve yıkıntının altında Mumcu'nun varlığını ortadan kaldıran çetenin parmak izlerine rastlansa, DNA'sına ulaşılsa?

Tamamen 'varsayıma dayalı' sorular bunlar; ancak Ergenekon bu tür soruların üzerinden 'varsayım' kokusunu kaldırıp 'doğru' veya 'yanlış' damgası vurabilecek bir hukukî süreçtir; 'yanlış' deme kadar 'doğru' deme ihtimali de bulunan bir süreç...

Yargı şimdilik uçuk-kaçık gibi görünen bu tezi doğrularsa ne yapacağız? Kandırıldığımızı kabul etmeyip “Ergenekon fasa fiso” demeye devam mı edeceğiz, kandırıldığımızı kabul edip öfkemizi bizleri kandıranlar üzerine boca mı edeceğiz, yoksa yakın siyasi tarihimizi serinkanlılıkla yeniden yazmaya mı çalışacağız?

McCarthy'ci rüzgârların toplumu esir almasını engellemek için özen ve çaba göstermek gerçeklerin farkına hayli erken varmış olanların görevi; ancak bütün bu süreç içerisinde üç maymunları oynamış olanların da bu son soru üzerinde düşünmeye ihtiyaçları var.

Hem de pek çok...


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Ergenekon, ‘Gladio’ mudur?

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 10:33

Ergenekon, ‘Gladio’ mudur?

ismet.berkan@radikal.com.tr


Hayır, değildir. İki sebeple: Birincisi, ‘Gladio’ bir NATO standardı olarak, savaş ve işgal halinde cephe gerisinde direnişi sağlamak için kurulan örgütlerin genel adı değil, onun İtalyan versiyonunun adı. Aynı organizasyonun Türkiye’deki adı ‘Seferberlik Tetkik Kurulu.’ İşte zaten bu da ikinci sebep: İtalya’daki Gladio’nun Türk versiyonu olan ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’ öyle gizli falan bir organizasyon değil, bu resmi kurumun varlığı öyle çok gözümüze sokulmasa da, minicik merakı olan insanlar bu kurumun varlığını kanıtlayabilirler.
Ergenekon, ‘Gladio’ olmadığı gibi, ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’ da değildir. Ergenekon, düpedüz yasadışı bir örgüttür. Arkasında ciddi bir ideoloji vardır ama belki de örgütsel varlığı her zaman süreklilik içermeyebilir; buna karşılık ideoloji veya temel anlayışlar yüzyıldan fazla zamandan beri her zaman var.
Bugün için süren dava ve soruşturmayla Ergenekon örgütü çökertilmiş bile olsa, yarın öbür gün aynı örgütün yeniden dirilmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Çünkü, diyorum ya, Ergenekon’u var eden fikri altyapı orada duruyor.
O fikri altyapıyla fikir düzeyinde mücadele etmek gerekir. Ve bana soracak olursanız bunun yegâne yolu da, hukukun üstünlüğü, demokratik hesap verebilirlik gibi kavramları yüceltmekten, bu kavramların ifade ettiği hayat tarzını su gibi, hava gibi, güneş gibi olmazsa olmaz bir şey olarak tanımlamaktan geçiyor.
Eğer demokrasi bizim için vazgeçilmez bir şeyse, o zaman zaten demokrasi yoluyla kamu gücü ve parası kullanan herkesten de hesap sorabilir olacağız demektir. Bu hesaplar doğru dürüst sorulursa zaten Ergenekon diye bir şey olamaz, daha doğrusu kamu gücü kullanılarak Ergenekon oluşturulamaz.
Ama unutmayın, bu söylediğim yere varmak için daha çok yolumuz var. Bir dava açıldı, bir sürü kişi resmen suçlandı ve hapse girdi diye iş bitmiyor.
Biz hâlâ savcının ek iddianame mi hazırlayacağını yoksa yeni bir dava mı açacağını bilmiyoruz. Bilmediğimiz başka bir şey, savcının 2003-2004 yıllarındaki darbe girişimlerini soruşturmasına dahil edip etmediği.
Eğer bu girişimler soruşturmaya dahil değilse, Ergenekon’da gerçekte neyin soruşturulduğunu merak etme hakkımız doğar.
Ama savcıya da fazla yüklenmemek gerek bence. Baksanıza, darbeyle devrilecek olan hükümet bile konunun üzerinde neredeyse hiç durmadı, ne Sarıkız’ı ne de Ayışığı-Yakamoz planlarını araştıracak, soruşturacak bir şey yaptı.
Sadece hükümet mi? Baksanıza Meclis, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in ‘darbe günlükleri’ hakkında bir ‘Meclis araştırması’ açılmasını bile sağlayamadı. Siyaset kurumu, Ergenekon’a çok uzak duruyor, hele hele darbe girişimlerini duymak bile istemiyor.
Tabii, siyaset kurumu ve parlamento kendi hukukuna, ülkede demokrasinin kalitesine ve sürdürülebilirliğine sahip çıkmayınca, bu konuda hiçbir girişimde bulunmayınca, bizim gibi gazetecilerin çabaları da meseleyi bir yere kadar getirebiliyor ancak.
Sonuç olarak önemli olan, başta da söylediğim gibi demokrasinin, hukukun üstünlüğünün bu ülkede yaşayanlar için su gibi, hava gibi, güneş gibi vazgeçilemez bir şey olduğu inancını yaygınlaştırmak.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Çetecilikle darbecilik arasında

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 10:40

Çetecilikle darbecilik arasında


Ergenekon soruşturmalarıyla iç içe geçen ve bize Susurluk sorununa yeniden dönme olanağı veren gelişmelerin çok önemli bir noktaya gelip düğümlendiğini öncelikle belirtmeliyim. Bu düğüm noktası saklanmış bazı esliha ve mühimmatın ortaya çıkmasıdır. Söz konusu birikimin NATO silahları olup olmadığı başlı başına bir meseledir. O durumda belli bir kesimin bu silahları kullanmak suretiyle bazı girişimlerde bulunmak istediği kanısına varılacağı gibi silahların NATO'ya ait olmaması da bir o kadar önemlidir. O şartlar dahilinde de gene belli bir kesimin devlete ait silahları çok farklı amaçlarla kullandığı kanıtlanacaktır.
Hangi durum söz konusu olursa olsun işin ucu dünkü yazımda belirttiğim noktaya geliyor. Bazı insanlar "devletin varlığını" sağlamak maksadıyla ve kendilerini devleti koruma bakımından farklı bir yetki ve davranış salahiyeti içinde görerek onu diledikleri gibi biçimlendirme, yönlendirme yoluna gidiyor, bunun için gerektiğinde silahlı yeraltı örgütü kurmaktan çekinmiyor.

Darbelerin vazgeçilmez gerekçesi
Bu, "hikmet-i hükümet" kavramını kendisine ideoloji edinmiş insanların davranış biçimidir. Buna karşı, diyorum ki, hukuk devleti vardır ve o devlet böylesi gelişmelere izin ve olanak vermez, vermemelidir.
Neredeyse kimsenin üzerinde durmadığı bu ilişkiden hareketle çok önemli saydığım bir noktaya gelmek istiyorum.
Yakın dönem siyasal hayatında atılmış bütün demokrasi dışı adımlar devletin varlığını devlet adına sağlamaya dönük devlet dışı girişimlerdir. Bu girişimde bulunanlar için devletin varlığı devletin sürekliliğiyle eş anlamlıdır ve dikkatle izleyenler bizim siyasal dilimizde bunun çok sıklıkla tekrarlandığını görecektir. "Devletin iç ve dış düşmanları" kavramı bu tanıma cuk oturur.
Hayali ve sürekli bir düşman oluşumundan söz etmeye başladığınız andan itibaren devletin meşru kurumları da meşru kadroları da sizin için "düşman" olabilir. Bu söylediğim bütünüyle doğrudur ve kanıtı sürekli olarak "iş başında bulunanların gafleti" ne dönük atıflardır. Türkiye sürekli olarak sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyen, gaflet içindeki insanlarla idare edilmekte, daha doğrusu edilmemektedir. O halde...

Çete değil darbeci
Açıp, bugüne kadar gerçekleştirilmiş darbelerin gerekçelerini okuyunuz. Hepsinde hükümetlerin (yani meşru yönetim organının), parlamentonun görevini yapmaması, darbenin meşrulaştırıcı nedeni olarak ortaya koyulmuştur. Kısacası, "darbe" düşmanı ortadan kaldırmak ve devleti anti demokratik bir biçimde "olması gerektiği gibi" (yeniden) biçimlendirmek isteyenler tarafından yapılmıştır.
Bu bakımdan Susurluk dün yazdıklarımla bugün söylediklerimin kesiştiği kavşakta yer alan anti demokratik arayışların bir uzantısıydı. Bugün o oluşumun daha sonra nerelere kadar uzandığını gösteren kanıtlara, bulgulara erişiliyor. Ben de bu noktada önemli saydığım bir saptamada bulunmak istiyorum.
Türkiye'de artık hiç kimse ortaya çıkmış bu tablodan sonra olayların üstüne gitmekten kaçınılmasını istemez. (Ayrıca niçin ve nasıl istesin?) Fakat ortaya çıkmış tablonun "çete" kavramı içinde sorgulanması ve irdelenmesi bana kalırsa hem yetersiz hem de yanlıştır. Asıl sorgulamanın yapılması gereken kavram "darbe"dir ve "darbecilik"tir.
Ancak darbe/cilik çıkış noktası olarak alınır ve bugünkü oluşum görünürgörünmez bütün boyutlarıyla ortaya koyulursa bu hukuk devletinin haydut devlet karşısındaki başarısı olacaktır.
Üstünde bulunduğumuz Sırat köprüsünün iki kıyısında bu iki birbirine taban tabana zıt olgu vardır. Türkiye bu köprüde şimdi hangi kıyıya yürüyeceğine dönük bir karar verecektir. Belki kolay olmayan ama zorunlu olan bir karardır bu.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Demokrasi ve hukuku katleden süreç...

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 21:40

Demokrasi ve hukuku katleden süreç...
Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları(2)

h.cemal@milliyet.com.tr


Demirel ve Ecevit’le noktalanmıştı dünkü yazım. 12 Mart(1971) ve 12 Eylül’de(1980) iki kez askeri darbe yemiş Demirel’le Ecevit’in, daha sonraki başbakanlık dönemlerinde siyasal rejimi demokrasi rayına neden oturtamadıklarını sormuştum.
Ecevit, 1970’lerdeki ilk başbakanlık döneminde askerin içinde örgütlü ‘kontrgerilla‘dan duyduğu rahatsızlık ve kuşkulara rağmen bir şey yapamamıştı.
Demirel, 12 Mart’tan sonra bir defa da 12 Eylül öncesinde, Türkiye’nin kanlı bir ‘darbe ortamı‘na sürüklenişini eli kolu bağlı seyretmiş, ancak darbe sonrası ayılmaya ve askeri eleştirmeye başlamıştı.
Hem Demirel hem Ecevit özellikle ‘siyasal yasaklı’ oldukları 1980’lerde askerin ‘seçilmiş siyasi otorite‘ye tabi olmasının önemi üstünde durmuşlardı.
Arada bir, “Rejimi kurtarıcılardan kurtarmak lazım!” diye demeçler de vermişler ama daha çok kapalı kapılar arkasında yakınmakla yetinip, herhangi bir siyasal eylem planı geliştirmemişlerdi.
Neden?
Birbirlerine hiç güvenmediler.
Adeta siyah ve beyazdılar.
Hayata bakışları çok farklıydı.
Demirel’le Ecevit, ortak bir ‘demokrasi platformu‘nda buluşup bu ülkenin ‘kontrgerillası‘nı, ‘derin devleti‘ni hukukla bağlayarak, askerini ‘seçilmiş hükümet‘e tabi kılacak bir demokrasi kültürü ya da derinliğine de sahip değildiler.
Bu açıdan, Demirel’in kendisini deviren 12 Mart askeri darbesinin idamlarına Mecliste yeşil ışık yakması ibret vericidir.
Kısacası:
Yıllar geçti, Türkiye’yi birinci sınıf demokrasi yapma yolundaki vaatleri lafta kaldı Demirel’le Ecevit’in.
Türkiye eğer bugüne kadar birinci sınıf demokrasi olabilseydi, bu ülkede biz hâlâ siyasal cinayet ve suikastlerden, faili meçhullerden, asker içinde darbe tertiplerinden, gizli cephaneliklerden, darbe ortamlarından söz etmiyor olurduk.
* * *
Yalnız Demirel’le Ecevit mi?..
Elbette değil.
Önceki akşam NTV’de Can Dündar’ın programında Mesut Yılmaz’ı izliyorum.
Susurluk’u anlatıyor.
Gayet iyi özetliyor:
“Terörle mücadelede hukuk bizde bir yana bırakıldı. 12 Eylül döneminde ASALA’ya karşı Emniyet’te kırk elli kişilik bir takım oluşturulmuştu. Onlar görevlerini yaptılar. Sonra PKK terörü başladı. Önce doğru teşhis konulamadı olaya... Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde, ASALA’ya karşı kurulmuş olan grup 1993-94 yıllarında yeniden örgütlendi, Özel Harekat Dairesi adıyla... Hukuk dışına taşıldı burada. Faili meçhuller yaşandı. Hukuksuzluğa göz yumdu bazı devlet kurumları...”
Hangi devlet kurumları?
Bakışları sabitleniyor Yılmaz’ın. Yüz hatlarına o belli belirsiz bir gülümseme gelip oturuyor. Hangi devlet kurumları? Polis mi, jandarma mı, asker mi, MİT mi, devletin hangi kurumu hukuksuzluğa göz yumuyor?
Asker, JİTEM’i kabul etti mi? MİT yeterli bilgi verdi mi? Genelkurmay, asker kişilere dönük suç duyurularını karşılıksız mı bıraktı? Yılmaz bu konularda üstü örtülü bir havada...
Çiller’i eleştiriyor daha çok:
“Zamanın Çiller hükümeti de faili meçhul cinayetlerin üzerine gitmedi. İşte Susurluk böyle doğdu.”
Yılmaz, Çiller’den sonraki kendisinin bir buçuk yıllık başbakanlık dönemini anlatırken şöyle diyor:
“Başbakan olduktan sonra Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu harekete geçirdim. Susurluk Raporu böyle ortaya çıktı. Yargı mekanizması harekete geçti. Faili meçhuller de birden bire durdu.”
Faili meçhul cinayet bir süre için durmuş olabilir.
Ama Susurluk aydınlandı mı?
Hayır, karanlıkta kaldı.
Karanlıkta kaldığı içindir ki, bugün Ergenekon yaşanıyor. Karanlıkta kaldığı içindir ki, bu ülkede siyasi cinayetlerin, suikastların, darbe tertiplerinin sonu alınamıyor.
Yılmaz keşke başbakanlığı döneminde, kendi deyişiyle ‘hukuksuzluğa göz yuman devlet kurumları‘ndan da hesap sorabilseydi.
Yılmaz, hesabı sadece Çiller’e kesmek yerine, keşke o devlet kurumlarının kendi içlerinde ‘temizlik’ yapmalarını sağlayacak siyasal kararlılığı da gösterebilse, TBMM’nin kendi hukukuna sahip çıkması için siyasal inisyatifler geliştirseydi.
Bunlar olamadığı içindir ki, Yılmaz da o tarihlerde, 28 Şubat’ta kendi siyasal hesapları için askerle uzlaştığı içindir ki, bu ülkede ‘asker sorunu’ bir türlü çözülemiyor, siyasal rejim bir türlü sivilleşemiyor, demokratikleşemiyor.
* * *
Programda izliyorum Mesut Yılmaz’ı. Aradan 12-13 yıl geçmiş, daha hâl⠓Hukuksuzluğa hangi devlet kurumu göz yumdu, faili meçhulleri hangi devlet kurumu görmezlikten geldi?” sorularına damardan girip pat diye yanıt vermiyor.
Geçiştiriyor bu konuyu.
Neden?..
Yine bakıyorum Yılmaz’a, Susurluk’u gayet iyi anlatıyor ama Ergenekon’a gelince fren yapıyor.
Neden?..
‘Eskiler’ hep böyledir.
Bu ülkede ‘asker sorunu’ nedir bal gibi bilirler, ama bu sorunu parmaklarının ucuyla bile tutmaktan kaçınırlar.
Bunun yerine Demirel’le Ecevit, Demirel’le Özal, Çiller’le Yılmaz örneklerinde olduğu gibi kendi kendileriyle didişmeyi, kavgayı tercih ederler ve bunu demokrasi zannederler.
Susurluk’u bilirler ama sonuna kadar gitmezler. Ergenekon’u bilirler ama fren koyarlar, ‘siyaset yapma ayağı’na...
Aklıma takılıyor soru:
Devletin tepelerindeki ‘sivil-asker uzlaşmaları‘yla veya ‘teslimiyetçilik’le, Ergenekon’da da perde tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi kapanacak mı?
Yarın üçüncü yazı...


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

NATO’nun dönüşü

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 21:52

NATO’nun dönüşü

mehmetaltan@stargazete.com


Tuncay Güney’in 2001 yılında polise verdiği ifadenin sesli ve görüntülü yayınının yarattığı deprem... Ya da... Ankara Demetevler’de bir parkta poşet içinde iki el bombası bulunması...

Çankaya’da dün gece bulunan bir poşetten ise 200 adet G-3 mermisi çıkması gibi olaylar...

İtalya ya da diğer Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi, 1952’de NATO’nun ‘Sovyet İşgaline’ karşı örgütlediği Ergenekon yapısı tamamen çözülünceye kadar, galiba bundan böyle umuru adiye’den olaylar olacak...

Orada bu ‘paralel orduları’, Sovyet’lerin çöküşünün hemen ertesinde demokratik ülkelerin kendi iradeleri çözmüştü...

Biz de ise ülkenin bağrına saplanmış bu ölüm makinesi sökülmediği gibi hedef de şaşırdı...

Demokrasiyi, halk iradesini, batı ittifakını ve hatta NATO’yu hedef alan hale geldi...

Üstelik...

NATO o günden bugüne değişmiş olmasına rağmen...

* * *

NATO kurulduğunda Sovyet’lere karşı en vurucu ölüm makinesi, Soğuk Savaş’ın en keskin kılıcıydı...

Sovyet’lerin çökmesi ardından nitelik değiştirdi...

NATO 1949 yılında kurulmuştu... Soğuk Savaş’ın ‘İleri Karakolu’ konumundaki Türkiye ise 1952 yılında, Yunanistan, İspanya ve Batı Almanya’dan çok önce üye oldu...

Nitelik değişimin en şaşırtıcı virajı ise 1998 yılında, NATO ellinci kuruluş yılını kutlarken yaşandı... Örgüt, ‘demokrasiyi korumayı’ da temel hedefi haline getirdi... Kendi halkına eziyet eden Miloseviç’in ülkenin ‘hükümdarlık’ hakkına pabuç bırakılmadan NATO tarafından devrilmesi bu açıdan bir milattır...

* * *

Ankara’daki ‘askeri cumhuriyet’ ise demokrasiden, demokratikleşmeden haz etmiyordu...

Soğuk Savaş tamtamları ve anti-komünizm şartlanması, bir de tek parti zihniyetiyle sarmalanınca yeniliğe, dönüşüme, değişime karşı delinmesi zor bir zırh oluşturmuştu...

AB süreci bunu iyice zorlamaya başlayınca, demokrasi korkusu batı karşıtı yeni ittifaklar aramayı bile gündeme getirdi...

Batı’yı boşlayarak NATO’dan ayrılmak, bölgedeki diktatörlüklerle, hatta din devletleriyle yeni ittifaklara gitmek üst düzey askerler tarafından dillendirilir oldu...

‘Batılı modernleşme’ ile övünen askerlerin kimileri, demokrasi korkusuyla tam zıt bir yöne hamle etmeye hazırdı...

* * *

‘Kemalizm’den Humeyni’ye’ savrulmanın en şaşırtıcı örneği hiç tartışmasız Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri ve son Ergenekon şüphelisi Tuncer Kılınç’dı...

Çünkü...

Tuncer Kılınç, ‘NATO’da en uzun görev yapan Türk Paşası’...

Ama MGK Genel Sekreterliği görevinin hemen başlarında, ‘Çin, Rusya, İran ve Suriye ile ittifak kuralım’ diyen de o oldu...

Orada da kalmadı...

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Jandarma eski Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur ile İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği’nin konuğu olarak 29 Mayıs 2007 tarihinde katıldıkları ‘Cumhuriyetimize Sahip Çıkmak’ konulu konferansta, NATO’nun işlevinin sorgulanmaya başlandığını belirten Kılınç:

‘Günümüzde NATO belirsizlikler içinde Batıya yönelecek tehdide karşı kullanılacak bir güç olarak görülse de özellikle asimetrik savaş kavramı içinde etkinlikle kullanılabilecek bir yapıda olmadığı açıktır.

Türkiye’nin Batı hegemonyasından ve sömürgesinden kurtulmasının bir şekilde NATO’dan ayrılmasıyla sağlanacağı değerlendirilmektedir.

Bu şekilde güçlü bir silahlı kuvvete sahip Türkiye, her iki taraf içinde aranılan bir güç olacağı gibi, diğer güç odaklarıyla da daha yakın işbirlikleri kurabilme esnekliğine kavuşacaktır’ diyor...

Ve ekliyordu:

‘Bu durumda Türkiye başta Rusya olmak üzere diğer güç merkezleri için de cazibe oluştur’...

* * *

Ergenekon Terör Örgütü sadece içeride bir darbe girişimi değil...

Türkiye’yi ‘Batı’daki demokrasi ittifakından’ koparma girişimi...

AB’den tutun da, kimlik değiştiren NATO’ya karşı beliren ani alerji bundan...

Şimdi, anlaşılan, içerde ve dışarıda, hedef alınan irade harekete geçti...

Halk iradesi, demokrasi ve batı medeniyeti koalisyonu Ergenekon’u ortaklaşa teşrih masasına yatırmak istiyor...

Özetle NATO askeriye üzerinden tekrar geri dönüyor denilebilir...


* * *

Hükümet eğer bu hayırlı süreci kazasız belasız yürütüp köklü bir değişime taşımak istiyor ise, an sektirmeden var gücüyle AB sürecine bastırmalı...

Çünkü ‘dünyalaşma’ sürecini aksatmak demek, Ergenekon’a yeniden can verme anlamına gelmekte...


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

"Ülkücü şehitler" ve Ergenekon

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 22:16

"Ülkücü şehitler" ve Ergenekon

m.turkone@zaman.com.tr


5 Ağustos 1980'de, Bahçelievler 3. Cadde'de bulunan MHP Genel Merkezi güpegündüz saldırıya uğradı. Saldıranlar 11 kişiydi. Yüzlerinde kar maskeleri vardı. Ellerindeki silahlarla üç yeri taradılar.

Bunlardan biri polis karakolu, öbürü bugün sinema olarak kullanılan MİSK binasıydı. Asıl hedef ise MHP Genel Merkezi'ydi. Önce altı tane el bombası attılar. Kollarına asılı olan çantalardan çıkardıkları dolu şarjörleri boşalanların yerine takarak yaklaşık 300 mermi yaktılar. O gün MHP Genel Merkezi'nin önünde iki kişi hayatını kaybetti. Kurşunlarla delik deşik olan Teknik Öğretmen'li Ömer Demir'i tanırdım.

25 Ağustos 1980'de, yine aynı şekilde MHP'ye yakın bilinen Ziraat Mühendisleri Birliği saldırıya uğradı. Kızılay'da Adakale Sokak ile Tuna Caddesi'nin kesiştiği yerde bulunan binanın giriş katı lokal olarak kullanılıyordu. Yine kar maskeli kişiler önce el bombalarını attılar, sonra silahlarla taradılar. O gün de üç ülkücü genç hayatını kaybetti. Aralarında hatırladıkça burnumun direği sızlanan Dursun Özdemir de vardı. Dursun mahcup, sessiz ve tertemiz bir Anadolu delikanlısıydı. Bizim o zamanlar "mavra" tabir ettiğimiz muhabbetleri sessizce saatlerce dinlerdi. Kim bilir ne hayalleri, ailesinin ne beklentileri vardı. Ona rastgelen ölümün, zalimce bir haksızlık olduğunu düşünürüm.

Bu iki saldırı da karşı tarafın, yani militan sol örgütlerin marifeti değildi. Tıpkı İstanbul Üniversitesi'nde yedi solcu gencin hayatını kaybettiği 16 Mart katliamının sağcıların eseri olmaması gibi. Benzer birçok olayda olduğu gibi bu üç olayda da saldırı şekli aynıydı: Önce el bombaları ve sonra silahlarla tarama. Bir kere profesyonelceydi. Tıpkı savaşlardaki gibi. Yine bu olayların hepsinin bir başka ortak özelliği vardı. Hepsinin dosyası "faili meçhul" olarak kapandı. Güpegündüz polislerin gözleri önünde gerçekleşen bu saldırılar hakkında küçük ipuçları bile bulunamadı.

Bu saldırılar devletin içindeki bir örgütün marifetiydi. Amaçları, şiddeti tırmandırmak ve ülkeyi kaosa sürükleyip darbeden başka çare olmadığını göstermekti. Daha sonra 12 Eylül generalleri, şiddet ortamındaki paylarını üstü kapalı ifşa ettiler. Bunların arasında Bedrettin Demirel'in "şartların olgunlaşmasını bekledik" sözü, tarihî bir itiraftır. 12 Eylül sabahı Başbakanlık koltuğundan ayrılan Süleyman Demirel'in "bir günde kan nasıl durdu?" sorusu, 12 Eylül öncesinde yaşananlarla 12 Eylül'ü yapanlar arasındaki kuvvetli bağı özetler.

MHP lideri Devlet Bahçeli, bu tecrübeyi yakından bilen bir isim. Bahçeli 80 yılında Başkent Mali Bilimler'de asistandı. Yıllar sonra genel başkanı olduğu partiye kimlerin saldırı düzenlediğini biliyordu. Salı günü MHP grup toplantısında, Ergenekon soruşturması konusunda gösterdiği kararlı tavrı, bu tecrübenin ışığında değerlendirmek lâzım. Yıllardır MHP'yi ve ülkücüleri şiddetin dışında tutmak için gösterdiği olağanüstü çaba da, basit bir siyasî muhakemenin değil, bu tecrübenin eseri. Bahçeli'nin Ergenekon soruşturması için söylediği "Milliyetçi Hareket, olan bitenin farkında ve şuurundadır" sözünün içerdiği derin anlamlar üzerinde herkes düşünmeli.

Devlet Bahçeli'nin AK Parti hükümetine verdiği destek, soruşturmayı bir siyasî hesaplaşmaya çevirip sulandırmaya çalışanları da teşhir ediyor. Bahçeli desteğini doğrudan hükümete bir siyasî destek olarak veriyor: "...siyasi iktidarın demokrasiye karşı bütün yasadışı oluşumları ortaya çıkarması ve hukuk içinde çözerek sonuçlandırması doğal ve doğru bir yaklaşım ve olması gereken bir anlayışın takdir edilecek tezahürüdür."

Ergenekon terör örgütü, ülkücülerin de hesap sorması gereken kanlı bir terör örgütü. Bahçeli doğru biçimde bu hesabı görüyor. Bu hesap bir kan hesabı. Ben de bu davayı güdüyorum. Benim Ergenekon hakkında yazdığım yazıların arkasında, binlerce gencin yanında Ömer'in ve Dursun'un hiç solmayan yüzleri duruyor. Katiller yargılanmalı ve adalet yerini bulmalı.

Ruhları şâd olsun.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Bekir Kalyoncu esrarı

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 22:19

Bekir Kalyoncu esrarı


İbrahim Şahin, ifadesinde, Korgeneral Bekir Kalyoncu 'nun yeni oluşturulacak bir birimin müsteşarlığını kendisine vaad ettiğini söyledi. İbrahim Şahin mahkûmiyet aldığı için, polislik görevine bile geri dönemedi. Nasıl müsteşar olacaktı? Acaba, "mesai arkadaşlarına"(!) bir işaret mi veriyor?
Öte yandan, Bekir Kalyoncu ismine daha önce rastladığımızı arşivler bize hatırlatıyor.
18 Temmuz 2008'de Akşam, bir belge yayınladı ve Hava Harp Okulu ve Harp Akademisi bünyesinde örgütlenen "karargâh evleri" den söz etti. Habere göre, 2005'te MİT, karargâh evleriyle ilgili bir bilgiyi Genelkurmay'a iletmişti: "Hava Kuvvetleri'nde illegal örgütlenme mevcuttur. 6'sı kurmay albay, 20'den fazla subay, askeri öğrenci ve sivil memur bu yapılanmada yer almaktadır." Doğu Perinçek'in gözaltına alındığı 23 Mart 2008'de İşçi Partisi'nin binasına düzenlenen baskında bu MİT belgesi ele geçmişti. "İşçi Partisi/Karargâh evleri" başlığını taşıyan belgeye göre, İşçi Partisi ve Alevi kesimin yanı sıra bazı TSK mensupları ve sivil memurların katılımıyla, emperyalistlerle, cumhuriyet karşıtları ve yıkıcılarla mücadele amaçlı bir harekât başlatılmıştı. Karargâh evleri adı altında çekirdek kadrolar oluşturulmuştu.

İşte 10. dalgada yakalanan Albay Cengiz Köylü, karargâh evleri oluşumunun tepe noktasında yer alıyordu.
Öte yandan, 9 Temmuz 2008'de, Savcı Zekeriya Öz, Genelkurmay Başkanlığı'na 4 paşa ve bir albayın ismini bildirdi: 7. Kolordu Komutanı Korgeneral Bekir Kalyoncu, Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral Ali Feyyaz Öğütçü, Tümamiral Ali Deniz Kutluk, Tuğamiral Cem Gürdeniz, Albay Serdar Okan Kırçiçek.
Bu isimler, Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan kişilerin ifadeleri ve savcılıkta bulunan kanıtlar doğrultusunda belirlenmişti.

Bakalım İbrahim Şahin, Korgeneral Bekir Kalyoncu ile ilişkisini ispat edebilecek mi? Genelkurmay Başkanlığı, Savcı Öz'ün gönderdiği belge üzerine bir soruşturma başlattı mı? Doğrusu merak ediyorum.
Herkesin cevap aradığı iki soru daha var:
1) Gerek Şahin, gerek yarbay Mustafa Dönmez, evlerinde niçin cephaneliğin yerini gösteren kroki taşıyorlardı? Bunun âdetten olup olmadığına ancak askerler cevap verebilir.
2) Kimine göre, hatta bu iddianın sahiplerinden biri de eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, "ortaya çıkan malzemeler, işgal halinde devletin kullanacağı silâhlar olabilirmiş." Devlet niçin silâhları yere gömsün? Sahi kim "devlet" dediğimiz?


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Tarafsız medyalama

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 22:30

Tarafsız medyalama


FasaFiso Dayanışmacıları nasıl geri basacaklar- bilemiyorum.
Asfaltı yakıyor bazılarının, yeni manevraları.
Allah’tan ‘Ergenekon Avukatı’ Baykal onlardan değil. Bu Memlekette arlanmazlığın, tutarlılık olarak gazlanabileceğine inancı sarsılmadı.
‘Hibrid Dava’ demiş Ergenekon için.
Bu lafı bi yerden hatırlıyorum: Ha, bir ara ‘Hybrid Demokrasi’ lafını kullanıyordum yazılarımda BolAskeriyeGüdümlüDemokrasimiz (nevi şahsına münhasır) için.
Evinde bulunan kroki sayesinde Yenikent’te şahane bir cephaneliğin bulunmasını temin ettiren Yarbay Mustafa Dönmez, mesela. Türk Ordusu Mensuplarının darbecilik hastalığı vakalarından ‘bir’ (1) adeti.
Kuyudan filan çıkartılanlar, öyle böyle değil!
Alay Orduları, “O-ha! Atatürk’ün evinin bahçesinde arama yapıyor mankafalar!” diye yazı döşenenler,
FasaFiso Mühendisleri, hep horrrr görenler Ergenekon’un boyutlarını ve önemini, Bertaraf olmamak için taraf olmayanlar-
Türk Medyalaması’nın bir bölümü Ergenekon Sınavı’ndan utanmazlığın bok renginde karnesiyle ‘geçti’.
Yenikent Zir Vadisi’ndeki Ermeni Mezarlığı’na bakan evin kuyusundan, orasından burasından dört dörtlük bir cephane fışkırırken, zaplıyordum televizyonu.
Hikmet Sami Türk donuk gözleriyle, “Devletin kendini savunmak için sakladığı silahlardır” diyordu. Eminliğine, kuş kondurmuyordu.
Adalet Bakanı’yken bana 7-8 adet dava ‘açtırtmıştı’ Ağır Ceza’da. A! davalardan biri de DGM’deydi. F tipine dair, ölüm oruçlarına dair yazdıklarım üstüne kendisini ‘teröristlerin hedefi haline getirdiğimi’ iddia ediyordu.
Yüce Türk Adaleti de, bakanlarının davalarını takır takır açıyordu. Sabıkalarımdan biri (hâlâ zamanaşımından düşmedi) Hikmet Sami Türk’ün adalet bakanlığının, pardon anlayışının armağanıdır.
Türk Yargısı, koktu! Çoktan kokuyordu! Ama AK Parti’nin kapatılma davasının iddianamesi için kalem oynatan ve ne kadar ‘kanuni’ bir örgüt olduğu tepeden tırnağa şaibeli YARSAV’ın iddia ettiği cenahtan değil.
Bizzat Türk Adaleti’ni onca yıldır tarafgirliklerinin suyunda boğanlar, şimdi Yargı’nın en nihayet hakkaniyetli olmaya çabalayan ‘tarafından’ şikâyetçiler ve ‘sıranın’ kendilerine gelmesinden korkuyorlar. Bu kadar net.
Birtakım köşe yazarları da sıranın kendilerine gelmesinden korkuyormuş Ergenekon Davası’nda.
Ben İSE sıranın onlara gelmemesinden korkuyorum.
Yargı’daki Ergenekon Yandaşlarına gelmemesinden korkuyorum sıranın.
Sıranın, cunta eseri anayasalamamızdan kurtulmamıza hiç gelmemesinden korkuyorum.
İfade özgürlüğünün birden, on yıllardır her nevi düşünce özgürlüğümüzü kısıp kısıtlayanlar, habire cezalandırılanlar tarafından Darbe Yapma Özgürlüğünü Savunma Hakkı filan diye gazzlanabilme ihtimalinden, bu ihtimali diri tutmaya kalemlerini seferber edenlerden-
Ben: hem tarafım yani. Hem de şiddetle, şiddetle tiksiniyorum ‘Ergenekon Efsanesi’ tarzı sis perdeleri kalemleyenlerden. Kalemlemiş olanlardan. Deniz Baykal’dan da önde. Ve hararetle.
Pek tabii ki Amerika’nın inayeti vardır işin içinde. Çözülmesinde BU terör örgütünün yani.
Amerika, netice itibariyle Türk Askeriyesi’nin ‘mentor’udur. Eğitmenidir. Tedarikçisidir. Müttefikidir. Bunu AskeriyeZevdalıları, bi zahmet kabul etsinler.
Amerika; AtillaİlhanKafalaması’yla “Rusya’yla yakınlaşalım. İcabında İran’la ittifak yapıp Çin’e göz kırpalım” fantastik ve de kendini ‘antiemperyalist’ filan diye kaydırıktan etiketleyenlerin artık çok olduğuna, sayı ve sırayla hadlerinin bildirilmesi gerektiğine
karar vermeseydi-
NAH Ergenekon Operasyonları; Yüce Ordumuz tarafından böylesine ‘kontrollü’ bir tedirginlik ve zevahiri kurtarma (son sorgulanan 3 emekli generali içeri aldırmama) girişimleriyle yalnızca, karşılanırdı.
Yüce Askeriyemiz’in yüce gönüllülüğünü, ‘emperyalist’ Amerika’ya olan hakikatsever bağlılık ve bağımlılıklarına DA borçluyuz, pek tabii ki.
Ama Ergenekon Dalgaları’nın arkasında yatan böylesi gerçekler, bu ülkeyi SuikastManyağı/ TerörSalağı/ KorkuEbesi haline getirmiş unsurlardan kurtuluyor olmamızın bende yarattığı (evet: taraftarca) coşkuyu eksiltmiyor.
Kurtulmaya başladığımız; teşhirine ve cezalandırılmasına başladığımız tüm bu DarbeHastası/AzınlıkDüşmanı/Latan ya da AçıkIrkçı ‘unsurlar’ benim düşmanlarım-dı, düşmanlarım zaten her biri.
Bu operasyonlar, bu dalgalar; diyelim bazı ayranlarına göre ‘müzmin muhalif’, ‘sosyalist aydın’ pek çoklarına göre Gülünesi 1 Meczup olan Yalçın Küçük’e uzandı diye- Yok; statücambazlarının saygın prof.’larına/başkanlarına/işverenlerine/kanaatönderlerine/
efendilerine ‘saygısızca’ uzandı diye-
Bin tane top çevirerek Bu Temizlik Harekâtı’nı kirletmeye çalışmalarını, ehemmiyetsizleştirmeye çalışmalarını, gülünçleştirmeye çalışmalarını- Affetmeyeceğim hakikaten.
Yaptıkları bitaraf olmak, nesnel olmak filan değil kat’i surette. Bulandırıcı olmak da, taraftarlığın bir modeli.
Bu Topraklar’da yayık ayranıyla çok iyi gittiğine iman edilmiş; berbat bir modeli.
O iğrenç suyagötürüpsusuzgetirme (kıymeti kendilerinden menkul) “becerilerine’ yüklenmeleri-
ErgenekonKafaların bozbulandırık çeşitlemesi: MedyalamaYaratıkları cinsi. Pek çok cinsten bu operasyonda karşımıza çıkan, o cinsi. Cinsi.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Tansu Çiller, Veli Küçük’ü savunma bakanı yapacaktı!

İletigönderen kgursu » Cum Oca 16, 2009 23:37

Tansu Çiller, Veli Küçük’ü savunma bakanı yapacaktı!

austel@stargazete.com


Tuncay Güney’in verdiği ifadelerin kasetlerini dinlerken, kimi zaman dehşete düşüyorsunuz; kimi zaman geçmişe dönüyorsunuz.

Örneğin Tansu Çiller’in,Veli Küçük’ü milli savunma bakanı yapmak istemesi. Bu doğruysa, her şeyden önce Eregenekon rezilliğinin, kahramanımsı oyucularından Küçük’ün aslında hiç de küçük olmayıp bayağı orta boyun üstünde olduğu anlaşılıyor.

Ancak, Güney’in dediği gibi, Küçük, Ergenekon’un yöneticilerinden değil. ‘Veli Paşa gönüllerde taht kurmuş bir kişidir. Perde arkasında önder olmaktan hoşlanıyordu; Önemli bir general değildi. Jandarmayı örgütleyemedi!’

Mafya jargonuna takılırsanız eğer,Veli Küçük ‘Capo di tutti Capi’ yani ‘Patronlar Patronu’ falan değil. Olsa olsa ‘Consiglieri’ yani savaş zamanı danışman olabilir.

Burada benim ilgimi asıl çeken, Tansu Çiller dönemidir.

O dönemde, BBC ‘Sultans of the Bosphorus’ yani ‘Boğaz’ın Sultanları’ adlı bir belgesel yayınlamış, Tansu Çiller, Mehmet Ağır ve Doğan Güreş’i, Türkiye üzerinden geçen ve yılllık 80 milyar doları bulan uyuşturucu trafiğine göz yummakla suçlamıştı. Sonra o belgesel, sessiz sedasız kayboldu ortalıktan; Kimse de pek söz etmedi. Neyse, bir gün bir kanal o belgeseli BBC’den bulup yayınlayacak ya ne zaman?!

Ergenekon’un çekirdek kadrosu diye Güney’in saydığı, generallerin içinde Necip Torumtay çok önemli. Rahmetli Turgut Özal, Birinci Körfez Harekatı’na bir Türk birliğinin katılmasını istiyordu. Bilindiği gibi, bu harekat, Kuveyt’i Saddam’ın işgalinden kurtarmak amacını güdüyordu. Ancak Torumtay Paşa, Özal’ın bu isteğine, nedense, karşı çıktı ve istifa etti. Sonraları ‘Ordu böyle bir harekata hazır değildi’ gibi mazeretler süsledi kimi gazete sütunlarını! Yani Suudi Arabistan’dan ne bileyim ben, Yunanistan’a değin herkes hazırdı da, koskoca Türk ordusunda bir komanda tugayı mı yoktu yetmiş iki buçuk milletten oluşan koalisyona katılacak! Sonuçta işgal edilen Kuveyt’ti. Mısır’dan, Suudiler’e hatta Körfez ülkelerine değin birlikler geldi Kuveyt’in yardımına. Ama Torumtay Paşam istifa etti. Türkiye de bu koalisyona katılamadı. Zaten ondan sonra da Turgut Bey düğmeye bastı. O dönem söylendiğince, ‘2000 yılına değin uzanan komuta zincirini’ kırdı, emekli etti!

ASALA’ya karşı özel birimin kurulmasıysa gene Özal’ın, Hiram Abas’a verdiği bir emirle gerçekleşti. O zaman Abas, altı değişik birim kurup, bunları Avrupa ve Orta Doğu’ya yolladı. Hatta burada, Fevzi Gandur’un da yardımları, katkıları vardır ya!.. O başka bir yazı konusu olur başlı başına!

Her neyse... Bunlar ‘verilen emirleri’ yerine getirdi. Bu 6 birimden 5’i Türkiye’ye döndü. Ancak biri ortadan kayboldu. Ortadoğu’ya giden birim! Abas, bu birimi, ya da timi, aradı taradı; Sonunda bu 6 kişilik timin, Güneydoğu’da, sınırdan girerken tutuklanıp Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne atıldıklarını öğrendi ve Turgut Bey’e bildirdi. Turgut Bey devreye girdi ve bunları hapisten çıkardı. Askerin, bu birimi içeri atma gerekçesi ise çok ilginçtir: Hiram Abas, ASALA’ya yönelik bu harekatı, tasarlar ve uygulamaya koyarken, MİT’in içindeki askeri kanatla paylaşmamıştı. Onun için Güneydoğu sınırında yakalanan altıncı timi tutuklanıp içeri alındı. Amaç MİT’in içindeki askeri kanattan habersiz, Hiram Abas’ın, Başbakan Turgut Özal’la birlikte ‘ne işler çevirdiğini’ öğrenmekti! Zaten Turgut Özal’ın gönlünde yatan, MİT’i, tümüyle askerlerden arındırıp, tam anlamıyla sivil bir istihbarat kuruluşuna dönüştürmekti!

Uzun lafın kısası, biz hala Ergenekon soruşturmasında sadece ve sadece buzdağının su üzerinde kalan bölümünü görüyoruz. Derinlere indikçe kim bilir daha neler çıkacaktır ortaya, neler!

SiZE BiR SORU

Kirpiyle solucanı çiftleştrirseniz ne elde edersiniz? Dikenli Tel!

(Ali Germiyanlı’ya teşekkürler)

HADi BiR SORU DAHA

Ünlü yazar,Anton Çehov’a sormuşlar: ‘Size göre komediyle trajedi arasında ne fark var?’ Hemen cevabı yapıştırmış: ‘Rus trajedilerinde sahnede kim var kim yok hepsi ölür. Komedilerde de ölür ama gülümseyerek!’

Şahin raporunda ilginç bir imza


İbrahim Şahin’in affedilmesine yol açan raporunu altındaki imza, Adli Tıp Kurumu Üçüncü İhtisas Kurulu Sinir Hastalıkları uzmanı Prof. Dr Erbil Gözükırmızı’ya ait!

Sayın hocamız İşci Partisi üyesi. Doğu Perinçek’in 2007 yılında açıkladığı ‘hükümet listesine’ Gençlik ve Spor Bakanı olarak giriyor.

Aynı zamanda, kimi üyeleri Ergenekon soruşturması nedeniyle gözaltında bulunan, ‘Talat Paşa Komitesi’nin de üyesi. Şahin raporunun kılıfı da hazır tabi, ‘Adli Tıp danışma kurumudur. Bulgular zaman içinde değişir’ Falan filan.

Tarih boyunca, yasal yollardan iktidara gelemeyeceğini anlayanlar hep yer altına inmiştir. Komiteler, komisyonlar, hücreler, birimler kurmuştur. İşçi Partisi, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor ki, Dugin’in bütün ‘Maksist ve komünisttir’ söylemlerine karşın, düpedüz faşist bir yapılanma içine girmiş yavaş yavaş. Adı üstünde ‘Enternasyonal’ olması gerekirken ‘Nasyonal’ olmayı seçmiş; ya da seçtirilmiş! İşçilerleyse... Uzaktan yakından ilgisi yok!

Songül hanımdan inciler: Türkiye katil ülkedir


Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, çok gırgır bir hatun. Habire sinirleniyor, bağırıyor, abuk subuk şeyler söylüyor... Ve beni güldürüyor.

En son demeci gene tarihsel gerçeklere teğet dahi geçmeyen, şehir efsaneleriyle palavraları süzgeçten geçirip, balon diye salınıverilmiş ortaya: ‘Hamile kadınlarımızın karınları kesilerek, alınan bebekler Munzur Çayı’na atıldı!’

Bu dediği 1938 Dersim İsyanı’yla ilgili. Songül Hanım ‘isyan’ ya da ‘başkaldırı’ falan demiyor tabi! Katliam diyor. Yapan da Türkiye!

Şimdi, Songül Hanım, ben size Bilal N. Şimşir’in Kürtçülük adlı kitabını okumanızı önereceğim. Daha önce Şeyh Sait İsyanı’nı tezgahlayan, yani Kürtleri resmen kullanan, Fransa ve İngiltere, Musul ve Kerkük’te egemenliklerini kurduktan sonra, Kürtlere sırt çevirmiş, kışkırtmayı bırakmış, Halep’deki merkezlerini kapamışlardı. İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine’in 4 Mart 1936 tarihli raporunu okursanız, Tunceli’nin de içinde bulunduğu, merkezi Elazığ’da olan, Umumi Müfettişliğin, ‘bölgeyi kalkındırmak için kollarını sıvadığını’ görürsünüz.

Tunceli, Artvin, Hakkari, Bitlis ve Bingöl yörelerinde 13 bin 384 okulda 680 bin öğrenci okuyor, yollar yapılıyor, çağdaş binalar yükseliyordu. Bu, İngiliz Büyükelçiliği Raporu, Türk Hükümetinin değil! ‘Merkezi otoritenin Tunceli’de güçlenmeye başlaması, eski derebeyi kalıntılarının çıkarlarına ters düştü. Seyit Rıza, Haydaran, Abbasuşağı, Yusufanlı, Küreyşanlı ve Bahtiyar Aşiretlerini örgütlü biçimde ayaklandırdı! Ve Dersim İsyanı dediğiniz, 21 Mart 1937’de, Pah Bucağı’nı, Kahnut’a bağlayan Harçak Deresi’nin üzerindeki köprünün isyancılarca yakılmasıyla başladı.’

Türkiye’deki ABD Büyükelçiği de ‘Türk Hükümetinin bölgeyi düzenleme, yol ve yeni bina, köprü yapma, İş ve Ziraat Bankasının şube açma girişimlerini, Kürt Aşiret Reislerini toplayarak anlatması sonucu, bölgede her türlü soygun, tefecilik, gasp ve yolsuzluğu yıllardır sürdüren bu aşiretlerin çıkarlarına dokunulacağı anlaşıldığından, ayaklanma başlatmışlardır’diyor. Başka Büyükelçilik raporları da var; Hepsi de hemen hemen birbirinin aynı. Bu raporlar çok uzun ve Dersim İsyanı’nı yerinde inceleyen yabancı askeri ataşelerce kaleme alınanlar da var. Ne hamile kadınlara saldırıdan, ne ırmaklara atılan bebelerden söz ediliyor bu raporlarda. Şimdi niye sinirleniyor ve bu palavraları yaymaya çalışıyor Songül Hanım? Çok basit. Çünkü Tunceli’ye TOKİ girdi, devlet girdi, yollar yapıldı. İnsanlar işe aşa kavuştu. Ee Songül Hanım ne yapacak şimdi? Nasıl kötüleyecek devleti, hükümeti. Palavra sıkarak, halkı kandırarak, olmayanı olmuş gibi göstererek! Siz en iyisi, Seyit Rıza’nın ruhunu çağırın! Belki o yeni bir isyan başlatır size!

(Bknz Kürtcülük II 1924-1999 Bilgi Yayınları)



[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Ersöz: Silopi'den Ergenekon'a…

İletigönderen kgursu » Pzt Oca 19, 2009 2:30

Ersöz: Silopi'den Ergenekon'a…

alibayramoglu@tnn.net


25 Ocak 2000… HADEP İlçe Başkanı Serdar Tanış ile HADEP üyesi Ebubekir Deniz, Silopi Jandarma İlçe Komutanlığı'na gittikten sonra ortadan kaybolmuştu.

"Silopi kayıpları" Türkiye'nin 10 yılına, doksanlı yıllarına damgasını vuran, bir ucu devlet içi çetelere, diğer ucu örgütleri de kuşatan kanlı ve karanlık rantlara giden faili meçhul cinayetli "dehşet günleri"ni hatırlatmıştı.

Sadece hatırlatmakla kalmamış, endişe yaratmış, "toplumsal bir güvensizlik" ve "negatif enerji üretimi"nin merkezi olmuştu.

2009 yılındayız…

Tanış ve Deniz'den hâlâ haber yok…

Kimi kanıtlar var ama.

Tanış'ın bilgisayarında bulunan, İçişleri Bakanlığı'na yazdığı dilekçe ve dilekçedeki şu sözler:

“Halen Silopi HADEP İlçe Başkanlığı'nı yapmaktayım. Eylül 2000 tarihinde Genel Merkez tarafından atamam yapıldığından bu yana güvenlik güçleri tarafından bu görevimden vazgeçmem için uyarılmakta ve tacize uğramaktayım. Son olarak 02.01.2001 tarihinde, babam Cizre'den Silopi'ye giderken askeri kontrol noktasında alıkonulmuştur. İlçe komutanlığında benim nerede olduğum, neden HADEP'ten ayrılmadığım konusunda sorgulanmış, kendisine perşembe günü Alay Komutanlığı'nda bulunmam söylenmiştir.

Perşembe günü Diyarbakır'dan komutanlığı arayıp, işlerim nedeniyle söylenen tarihte orada olamayacağımı bildirdim. Cuma günü babam tekrar Silopi İlçesi Merkez Komutanlığı'na götürülmüştür. Burada Alay Komutanı ile telefonda görüştürülmüştür. Alay Komutanı telefonda babama, 'Serdar bugün mutlaka buraya gelmeli. Gelmediği takdirde bir daha Şırnak topraklarına ayak basmasın. Bastığı takdirde kendisini öldüreceğim. Kime giderseniz gidin. Yerim, mekânım, rütbem bellidir' dedikten sonra telefonu kapatmıştır. Şu anda Şırnak iline gidememekteyim. İşlerimi yapamaz haldeyim...”

Bu alay komutanının bilmeyen kalmadı, iki gün önce tutuklanan Ergenekon firarisi emekli tuğgeneral Levent Ersöz olduğunu…

İlginç değil mi, Levent Ersöz yakalandığında yanında Silopi'deki yardımcılarından biri vardı.

Levent Ersöz o dönem ifade dahi vermedi…

Üstelik başka iddialar varken…

Şırnak'ta olup biten, Tanış'a yönelik tehditlerden ibaret değildi.

Cizre HADEP İlçe Başkanı Mehmet Dilsiz vardı, tehdide uğrayan örneğin…

Şu sözlerini kaydetmişim:

“Ben de Serdar gibi atamayla gelen İlçe Başkanıyım. Serdar'ın gördüğü baskıları ben de gördüm. Serdar'ın olayında adı geçen Alay Komutanı beni de bizzat tehdit etti, öldürmekten söz etti. HADEP faaliyetine son vermemi istiyordu. Parti binası kiralamak için görüştüğümüz mülk sahiplerine kadar herkesi tehdit ediyorlar. Ben çiftçiyim, sınırda arazim var. Araziye ekim yapmam yasaklandı. Eve kapandım. Cep telefonumu değiştirdim. Ama onu bulup oradan da aradılar. Çarşamba günü Gaffar Okkan öldürüldü. Perşembe günü Serdar kayboldu. Cumartesi günü gelen bir telefondaki ses: “Ben Azrail'im, sen de cehenneme gideceksin. Serdar'a ne oldu biliyor musun, Serdar'ı bir daha hiç kimse göremeyecek...”

Sonra neler oldu?

Ordu bu kişiyi bir üst rütbeye çıkardı…

Tuğgeneral yaptı…

Dahası Jandarma İstihbarat Dairesi'nin başına geçirdi.

Veli Küçük'te aynı gelişme yaşanmamış mıydı?

Susurluk'un albayı tuğgeneral yapılmamış mıydı?

Ergenekon darbe yönü bir yana, bir de ayağı var…


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Tuncay Güney adlı şarlatan

İletigönderen kgursu » Pzt Oca 19, 2009 2:36

Tuncay Güney adlı şarlatan

akekec@stargazete.com


Başyazarından genel yayın yönetmenine, editöründen büdütörüne, şöföründen kapıcısına, büyük gazetemizin tüm değerleri, ‘şarlatan’ sıfatını uygun gördükleri Tuncay Güney üzerinden, yeni bir ‘işlevsizleştirme’ kampanyasına giriştiler.

İzliyoruz...

Bir taraftan da gülüyoruz.

Sanki, ‘Ergenekon davası’, Tuncay Güney’in ‘anlattıkları’ yahut ima yoluyla geçiştirdiklerinden ibaretmiş gibi...

Başyazar da sinirlenmiş...

Öyle ki, ‘soytarı’ sıfatını bile çok görüyor... ‘Soytarı sıfatı ancak ona iltifat için kullanılabilir’miş...

Başyazar, işbu ‘soytarı’, ‘şarlatan’ ve ‘yavşak’ Tuncay Güney’in iddialarını çürütüyor.

Diyor ki, ‘Cem Ersever’i Veli Küçük öldürttü ise, konu şimdi mi ele alınır? (...) Bu yaratık, bir ülkeyi karıştıracak kadar önemli şeyler biliyor idiyse ve bunları taa 2001 yılında üstelik polis tarafından alınan ifadesinde söylediyse, işleme koymak için sekiz sene niçin beklendi?’

Doğru...

Sekiz sene niçin beklendi?

Başyazar, suçu mevcut iktidara atıyor, bekleme limitinin topu topu dört yılını kullanmış Erdoğan’a yağdırıyor ama, asıl yağdırması gerekenleri atlıyor.

Diyelim ki Erdoğan dört yıl bekledi ve MİT’den gelen dosyayı sonunda yargıya intikal ettirdi.

Peki, diğer ‘bekleyenlere’ bir çift sözü yok mu başyazarın?

Bülent Ecevit neyi beklemiş?

Koalisyon ortakları (Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli) neyi beklemiş?

İşbu şarlatanın ifadesini alan Emniyet yetkilileri neyi beklemiş?

Cumhuriyet savcıları neyi beklemiş?

Medyamız neyi beklemiş?

Karargâh çıktılarına itibar ederek ‘Alçakları tanıyalım’ şeklinde yazılar yazan, meslektaşlarını suç örgütlerinin önüne atmaktan sabık başyazarlar neyi beklemiş?

Başyazar bu soruların cevabını merak etmiyor.

Zaten Ergenekon davası, ona göre, ‘Atatürk’ten nefret eden liberal faşistlerle, gerçek Atatürkçülerin kavgası...’

Bu Atatürk düşmanı faşist liberaller, ‘ülkede ne kadar çağdaş kafalı aydın varsa, tasfiye etme veya sindirme çabası içinde’ imişler...

Koskoca başyazarın düştüğü durumu görüyorsunuz değil mi?

İndirgemeci mantığın, insanı nasıl zavallı ve gülünç durumlara düşürdüğünü görüyorsunuz...

Hadi Tuncay Güney şarlatandır, yavşaktır, soytarıdır, şudur budur, birtakım yurtseverlere iftiralar atmaktadır, bunun için de devletin televizyon kanalını kullanmaktadır...

Peki, Tuncay Güney’siz verilerle önünüze açılan koskoca ‘Ergenekon dosyası’ndan dikkatinizi çeken herhangi bir husus yok mu?

O bombalar korkutmuyor mu sizi?

O cinayetler tüylerinizi ürpertmiyor mu?

O darbe girişimleri uykunuzu kaçırmıyor mu?

Ergenekon, Atatürk’ten nefret eden liberal faşistlerle gerçek Atatürkçülerin kavgasıysa; iddia makamını ‘faşist’, sanık mevkiinde bulunan Doğu Perinçek, İbrahim Şahin, Kemal Kerinçsiz, Tuncay Özkan, Ergun Poyraz, Zekeriya Öztürk, Muzaffer Tekin ve Alparslan Aslan’ı ‘gerçek Atatürkçü’ mü sayacağız?

Bu mudur?

Kaldı ki, müfteri de olsalar (ki, Tuncay Güney bence de itibar edilir bir adam değil), insanlara ‘şarlatan’, ‘yavşak’, ‘yaratık’, ‘soytarı’ diye yağdırma hakkını nereden alıyorsunuz?

İtirazınız varsa, hakkınızı mahkemede ararsınız.

Küfrederek, ona buna dirsek atarak, tahkir ve tezyif yazıları yazarak neyi çözebileceğinizi zannediyorsunuz?

Hani, canınızı da yaksalar, ‘en ahlaklı’, ‘en etik’, ‘en saygıdeğer’ olacağınıza söz vermiştiniz?


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

KKTC-Ergenekon bağlantısı

İletigönderen kgursu » Pzt Oca 19, 2009 2:39

KKTC-Ergenekon bağlantısı

mehmetaltan@stargazete.com


Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Banki Moon’un İsrail’i ziyareti sırasında...

Gazze’de çoluk çocuk katliamının Birleşmiş Milletler binalarını da içine alarak genişlemesi...

Savaş suçu’ işleyen İsrail yönetiminin vahşeti artırarak dayanılmaz hale getirmesi... Ateşkesin Hamas’ın şahinleri ve Suriye’nin takoz koymasıyla hala erişilmez bir noktada durması...

Ve Gazze’deki insanlık dramının hepimizi çaresiz bırakması...

Tüm gün yüreklerimiz Gazze için kanadı...

* * *

Dünya gündemini Gazze’deki kanlı dram silme kapatırken...

Ergenekon’daki gelişmeler Gazze yanında gündemin diğer önemli maddesiydi...

Susurluk dönemi katliamlarına da kapı açacak gibi duran Tuğgeneral Levent Ersöz’ün tutuklanması...

Evinde, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e ait dinleme kayıtlarının bulunması...

Kazılardan çıkan bombaların 2003’te İzmir’de kullanıldığının anlaşılması...

* * *

Telefonum çalmasa...

Haber verip, görüş istemeseler...

Ergenekon’daki gelişmelerin KKTC’ye de ‘metastaz’ yaptığını bilmeyecektim...

Meğer...

Önceki gün açıklanan resmi belgelere göre...

UBP-DP döneminde, ‘Bakanlar Kurulu kararı ve Bakanlık ‘Onayı’’ ile...

Danıştay saldırısı azmettiricisi olarak yargılanan Yüzbaşı Muzaffer Tekin ile Akın Birdal suikastı tetikçisi Semih Tufan Günaltay’a KKTC vatandaşlığı verilmiş...

Ayrıca...

Bu iki kişi Kıbrıs davasına katkı sağladıkları gerekçesi ile onur nişanı ile de ödüllendirilmişler...

* * *

Dün KKTC gündeminde bu ‘vatandaşlık’ konusu vardı...

Çünkü...

Liderliğini Derviş Eroğlu’nun yaptığı UBP’nin iktidara gelmesi halinde yeni yurttaşlıklar dağıtacağına ilişkin açıklamalar yapmış, bu da büyük bir tartışma çıkarmıştı...

Yeni Düzen Gazetesi de dünkü sayısında konunun üzerine giden iktidar milletvekili Okan Dağlı’nın konuşmalarına yer vermişti...

* * *

CTP Mağusa Milletvekili Okan Dağlı bir radyo programında polemiğe giriştiği muhalefetten bir milletvekiline hitaben şunları söylüyordu:

‘Kimleri mi vatandaş yaptınız?

Türkiye’de Danıştay Saldırısı azmettiricisi olarak yargılanan Yüzbaşı Muzaffer Tekin, Akın Birdal suikastı tetikçisi Semih Tufan Günaltay...

Bunlar UBP-DP döneminde KKTC vatandaşlığı verilen kişiler...

Kıbrıs davasına katkı sağladıkları gerekçesi ile onur nişanı alan bu kişiler Ergenekon soruşturmalarının odağında kanlı olayların ve cinayetlerin temel noktasında değerlendiriliyorlar...

... Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün 2003’te KKTC vatandaşı yapılmıştır.

Aygün katıldığı bir etkinlikte elindeki KKTC kimlik kartını sallayarak ‘yarım saatte kimlik aldım’ diyebilmiştir.

UBP Sinan Aygün’e tekrar vatandaşlık vereceğini söylüyor.

Yani sen Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararına rağmen bu adamı (Sinan Aygün’ü) yeniden vatandaş yapacağım diyorsun.

Ben aslında teker teker isimler üzerine değil, memleketin iradesini değiştirmek için giriştiğiniz ayak oyunlarını anlatmaya çalışıyorum.’

* * *

Okan Dağlı, adını beyan ettiği ‘KKTC vatandaşlarının’ nasıl vatandaş olduklarına dair de ilginç iddialarda bulunmakta:

‘2003 öncesinde UBP-DP hükümetleri dönemlerinde Bakanlar Kurulu Kararı ile çok ciddi oranlarda vatandaşlıklar verildi.

Doğal doğumlardan kaynaklanan vatandaşlıklar değil bunlar.

Bir gecede, bir günde vatandaşlıklar verildi.

Seçim yılı olan 2003’te Bakanlar Kurulu Kararı ile UBP 3102 kişiyi vatandaş yaptı.

Ve bu rakamın 1563’ü seçim yasaklarının başlayacağı tarihten 15 gün önce idi.

Hatta o dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Albayrak ‘benim de bu vatandaşlıklardan haberim olmadı’ dedi...

Hatta Mustafa Arabacıoğlu da açıkladı: ‘Ben de Bakanlar Kurulu’ndaydım, ama benim de haberim olmadan bu vatandaşlıklar verildi’ dedi...

O dönemki Başbakan Derviş Eroğlu’nun müsteşarı Mustafa Tokay’ın ev adresinde 20 kişinin ikamet ettiğine dair belgeler de vardır.

Müsteşar Başbakan adına bu yolsuzluğu işliyor ve ev adresine 20 kişilik seçmen kaydettirebiliyor.’

* * *

Danıştay saldırısı azmettiricisi olarak yargılanan Yüzbaşı Muzaffer Tekin KKTC vatandaşı...

Akın Birdal suikastı tetikçisi Semih Tufan Günaltay da...

Biliyorsunuz...

Ergenekon’un kilit isimlerinden sayılan Tuğgeneral Levent Ersöz’ün de KKTC’ye kaçma hazırlıkları içinde olduğu iddiaları seslendirilmekteydi...

KKTC eski cumhurbaşkanı ise Ergenekon Davası’ndan son derece rahatsız; söylenip duruyor...

* * *

KKTC’deki bu gelişmeleri nasıl değerlendirmeli?

Biliyorsunuz kanserli ana hücrenin başka bir noktaya sıçramasına ‘metastaz’ denmekte...

Ergenekon KKTC’ye ‘metastaz’ mı yaptı?

Yoksa esas ‘kanserli hücre’ orada da, metastazı Türkiye’ye mi yaptı?

Sanırım yakın gelişmeler bu soruya da cevap verebilecek...


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Doğruyu yalana dönüştürmek

İletigönderen kgursu » Pzt Oca 19, 2009 3:03

Doğruyu yalana dönüştürmek

mkaynak@stargazete.com


Doğru bir haberi yalana ya da iftiraya dönüştürmenin sık kullanılan etkin bir yolu vardır. Bu haberi sahteliği kolayca ispatlanabilen bir raporun içine koyarsınız ya da güvenilmez bir kişiye söyletirsiniz. Raporun sahteliği, iddiayı dile getiren kişinin güvenilmezliği haberin yanlış olduğu kanaatini uyandır. Oysa haber doğrudur ama artık haber ikinci plana düşmüş, dillendirenin değeri haberin önüne çıkmıştır.

Ergenekon soruşturmasında bir yandan adalet mekanizması görevini yapmaya çalışırken süreci etkilemeye çalışan güçler de boş durmamaktadır. Ergenekon’un kara kutusu olarak adlandırılan Tuncay Güney her konuda iddialar ileri sürmektedir. Bu kişinin yaşantısı, ilişkileri, bugün yaşadığı yer sözlerinin doğru olmayabileceği intibaı yaratmaktadır. Ayrıca sözlerinin içinde saptanan tutarsızlıklar, mesela 2001 yılındaki bir sorgulamada daha ileri tarihlerdeki olaylardan söz etmesi, sözlerinin yalan olduğuna delil sayılmaktadır. Söyleyen güvenilmez ise söyledikleri yalandır denecektir.

Konunun siyasi oluşu yargılamanın da siyasetin etkisinde kaldığı iddialarına sebep olmaktadır. Yıllar önce öğrenilen olayların bugün gün ışığına çıkarılması olayın hukuki boyutuna siyasi bir boyut eklemektedir. Ancak bu soruşturmanın yapılması için bir engel değildir.

Siyasi sonuçlar yaratacak bir yargılamanın herhangi bir dış etki olmadan yapılması zordur. Taraflar sonucun kendi lehlerine çıkması için sadece hukuk yollarını kullanmakla yetinmez kamuoyunu da etkilemeye çalışırlar. Her iki taraf da önceden kararını vermiş, biri iddiaların iftira olduğunu söylerken diğeri suçun ispat edildiğini söylemektedir.

Şu konularda bir uzlaşmaya varmamız gerekir: Ülke bir tehlikeye maruzsa bu tehlikeyi devletten başkası bertaraf edemez. Bir avuç insanın kendini devletin yerine koyması, düşman saydıklarını yok etmesi, tüm ülkenin faili meçhul cinayetlerde öldürülenlerin mezarlığı haline getirilmesi kabul edilemez ve hiç kimse bunu savunamaz. Devlet kuralsız ve kanunsuz eylem yapamaz. Hangi amaçla olursa olsun bunu yapanlar derhal cezalandırılır ve devlet görevinden uzaklaştırılır. Devlet hata yapıyorsa onun yerine geçerek bu hatanın sonuçları telafi edilemez ve daha büyük hatalara düşülür. Onun için herkes bu hataların düzeltilmesi yönünde gayret sarf etmelidir.

Bugün ülkemizde birbirini tamamlayan iki akım gözlenmektedir. Bir kanat devletin halkın karşısında olduğunu söylerken diğer kanat, bunu doğrularcasına, devletin gücünü kendi amaçları için kullanmaktadır. Tüm siyasi kanatların ve etkin güçlerin ortak hedefi güçlü ama kurallara göre davranan bir devlet yapısını oluşturma olmalıdır. Tarafsız olmayan bir adalet, lehimize davransa da savunulmamalıdır.

Türkiye son yılların en uygun konjonktürünü yaşamaktadır ve ideolojik saplantılardan sıyrılıp rasyonel davranırsa hem kendisine hem de insanlığa hizmet edecek bir konuma gelebilir. Bu sonuca Tuncay Güney düzeyine inerek ya da eşkıyalığı ve mafya özentiliğini devlete hizmet gibi göstererek varılmaz.


[img]http://www.ssm.gov.tr/TR/dokumantasyon/basinbulteni/PublishingImages/stargazete_logo.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

ÖncekiSonraki

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x