Ergenekon (namı diğer Ümraniye)

Bedrettin Dalan ve verdiği burslar

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:21

Bedrettin Dalan ve verdiği burslar

behic@yenicaggazetesi.com.tr


Dalan’a kafadan dalan yandaş matbuat, verdiği bursları “Ergenekon çetesi mensuplarının çocuklarına dağıttı” demeye getiriyor... Bu kadar açık yazıyorum ki insafsızlığın boyutu net anlaşılsın diye...
Bedrettin Dalan’la Ramazan Bayramının hemen sonrası Yedi Tepe’deki sofrasında buluşmuştuk.. Okullarından biri ile ilgili bazı iddialar vardı, onu sormuştuk.. Orada kendisine “Bu yerleri sana bırakmazlar bu okulları elinden alırlar!” diye takılmıştık... İşin garibi, kendisinde de benzer endişe varmış!.. Galiba yurt dışına gitmeden onunla bir araya gelen son gazeteci benim...
Neyse, burada yazmamın sebebi verdiği bursların önünün kesilmesi tehlikesi var gibi! Bunu yapmasınlar, çok nitelikli çocukların geleceği ile oynamasınlar... Bakın kendisi, dağıttığı bursların vasıflarını şöyle açıklıyor, “Lise ve üniversite öğrencileri dahil toplam 7 bin öğrenciye burs verdim. Burs verdiğim kişiler arasında devletin yeteri kadar maaş veremediği memurlar, öğretim görevlileri, subay çocukları, emniyet teşkilatında görev yapan görevlilerin çocukları, yargı mensupları ve yetim çocuklar da var. Babası hapse konulmuş olanların çocukları da var. Babası kaçakçılıktan tutuklandığı için o çocuğu okuldan mı atmam gerekiyordu..”



BİR EMEKLİ SUBAYIN DUYGULARI..
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üzerine bilinçli bir saldırı ile gölge düşürülmek istendiğini, büyük bir üzüntü ile izliyoruz!..
Türk Ordusu, bir devletin silahlı gücü olmanın ötesinde özelliği olan bir yapıdır.. Her ailenin yaşantısının bir döneminde aktif olarak mutlaka içinde yer aldığı (kendisi-çocuğu) bir vazgeçilmez mekandır.. Hepimizin evi, namusudur..
Okuyucumuz emekli binbaşı Sayın İsmail Hakkı Cengiz diyor ki;
“Medyada, subay hakkında yazılanları, söylenenleri ibretle izliyoruz.
E. Org. Kemal Yavuz, benim Çorlu’daki Kolordu komutanım. Her şeyden önce astlarına saygıyla davranan, daima ” siz “ diye hitap eden... Kibar ve nazik bir komutan. Asla sesini yükselmez, bir bakışta insanda saygı uyandıran, gerçek bir İstanbul beyefendisi. Asla hukuk dışına çıkmayan ve kimsenin de çıkmasına müsaade etmeyen son derece ciddi bir devlet adamı..
Tabii ki içimizde günümüzün renkli dünyasına aldananlar olmuştur. Fakat bunlar istisnadır.
Subay, akıl almaz bir irade, saf vatan sevgisi, yenilmez ruh demek...
Subay, bir gaye insanı demek...
Bütün taarruzlar ona; çünkü onun ruhu yenilir veya teslim alınırsa küreselleşme tamamlanacak...
Elazığ’da şehit olan bir Jandarma Yarbay vardı. Hatırladınız mı? 2 sene kadar oluyor; şehit olan bir askerinin cenaze töreninden sonra taburunu toplamış, onlara, Atsız’ın şu dörtlüğünü okumuştu:
Sızlasa da gönüller
düşenlerin yasından,
Koşar adım gitmeli
onların arkasından.
Kahramanlık: içerek acı ölüm tasından,
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.
Çok geçmeden o yarbay da şehit olmuştu.
Bu duygu ve düşüncedeki bir ruhu yenebilir misiniz? Esir alabilir misiniz?”
Sayın Cengiz’in mektubu “saldırının” sebeplerini çok iyi açıklıyor aslında.. Kemalin askerini devireceksin ki amaç gerçekleşsin!..



Emine Hanım Hayrunisa Hanım’ı ters köşe yaptı!..
İslam aleminin bütün birinci hanımları Emine Erdoğan’ın çağrısına uyarak Gazze için bir araya geldiler.. Bu yüksek toplantıda kim yoktu?.. Hayrunisa Hanım!.. Sonuç Erdoğan: 1 Gül: 0
Gol muhteşem.. Kapaklık!..



Alçak kadın
Amerika Dışişleri Bakanı Condeleezza Rice’a göre İsrail, Gazze soykırımını yapmakta haklı!..
Kadının sözlerine bakın:
“... kalabalık bir nüfusun yaşadığı Gazze Şeridi’nde İsrail’in, operasyonları sırasında sivilleri seçmesi zor oluyor..”


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Erdoğan'ın ayağındaki pranga Gladio mu?

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:24

Erdoğan'ın ayağındaki pranga Gladio mu?

arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr


Başbakan Tayyip Erdoğan, Ergenekon operasyonlarını kastederek, “Türkiye ilerlemesine gelişmesine ve güvenliğine takılmış prangalardan kurtuldu. Doğrusu ana muhalefetin telaşını anlamakta güçlük çekiyoruz. Bazı medya kuruluşlarının panik hallerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Kirli ilişkilerin açığa çıkmasından, karanlık olayların aydınlatılması girişimlerinden mi korkuyorsunuz, neden korkuyorsunuz?
Nedir bu telaşınız, bu saldırganlığınız, bu pervasızlığınız neden?
Bırakın hukuk işlesin, bırakın savcılar, hakimler rahat bir şekilde görevlerini yapsınlar” dedi.
Bütün NATO ülkelerinde ABD gözetiminde kurulan Gladio örgütünün ortaya çıkarılması, gerçekten de Türkiye’nin ayağındaki prangalardan kurtulması demektir.
Gladio’nin Türkiye’nin ayağındaki pranga olduğunu 10 yıldır tekrarladığımız gibi iki gün önce de bu sütunda gündeme getirdik.
Türkiye’nin ayağındaki prangalardan kurtulması, Türk halkının, en başta gelen özlemidir.
Fakat bu yapılırken, işin içine ideolojik hesaplaşma, milli devlet yapısını savunan insanların ve muhaliflerin yıldırılmak istenmesi ve intikam duyguları girerse, Türkiye’nin ayağına yeni bir pranga geçirilmiş olur.
Rauf Denktaş’ın bir soru üzerine açıkladığı gibi “Şüphelisin gel içeriye” diye bir insanı içeri alacaksın. “Şimdi inceleyeceğim, bakalım suç var mı?” diye bir ay, iki ay, üç ay, beş ay, onüç ay hiçbir yargıç önüne çıkarmadan sadece dosyasını mahkemeye götürerek olayı uzatacaksın. Dünyanın hiçbir hukuk sisteminde böyle bir uygulama yoktur!
Burada itiraz edilen, çetelerden hesap sorulması değil, Ergenekon soruşturmasının, milli devleti korumaya çalışanlar üzerinde Demoklesin kılıcı gibi tutulmasıdır.

* * *

Soruşturma sürdürülürken elbette hangi meslekten ve hangi seviyeden olursa olsun, herkesin üzerine gidilebilmelidir. Ancak bu yapılırken masumiyet karinesi korunmalıdır. İnsanlar deliller ortaya konulmadan suçlanmamalıdır. Yine Türk subayının şerefi ve haysiyeti özellikle gözetilmelidir. Çünkü Atatürk’ün söylediği gibi “Düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler, onları aşağılarlar ve hor görürler. Hayatında bir an bile olsa subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.”
Buna izin verilmemelidir.
Elbette suçun niteliği gereği, sanıklar arasında subay da olabilir. Fakat bu durum, medyada Türk subayını linç etmeye götürülürse, hedefin çeteleri ortaya çıkarmak değil, rejimi koruyanların yıpratılması olduğu anlaşılır.
Türk subayı, son olaylardan dolayı derin bir üzüntü içindedir. Muvazzaf subaylar içinde kimseyle görüşmüş değilim ama bize bir mektup gönderen okurumuz emekli binbaşı İsmail Hakkı Cengiz, bu kampanyayı sürdürenlere, “Subayı tanımıyorsunuz. Subay, akıl almaz bir irade demek. Subay, saf vatan sevgisi demek. Subay, bir gaye insanı demek. Bütün taarruzlar ona; çünkü onun ruhu yenilir veya teslim alınırsa küreselleşme tamamlanacak. Tanımıyorsunuz subayı! Dünyaya bin kere gelmek mümkün olsa, bin kere gelsem, bin kere Kara Harp Okulu’nda tahsil görmek isterim. Subay olurum” diyor.

* * *

Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’deki Amerikan Gladiosu’nun üzerine gidebilmesi için önce partisinin CFR’den gönderilen programını ve kendisinin Büyük Orta Doğu Projesi eşbaşkanlığını izah etmesi gerekmez mi?
Bağımsız bir ülkede önce bunların soruşturulması gerekmez mi? Erdoğan’ın ve Türkiye’nin ayağındaki asıl prangalar bunlar değil mi?


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

"Absürd" -abes-saçmalıklar tiyatrosu!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:27

"Absürd" -abes-saçmalıklar tiyatrosu!

altemurkilic@ttmail.com


Tiyatro sanatını biraz bilenler bilirler “Absürd”, yani “Abes- Saçmalıklar Tiyatrosu” bir piyesler türüdür.
“Ümraniye”, nam-ı diğer “Ergenekon Davası” için en uygun ismi buldum: “Absürd-Abes Tiyatrosu”. “Amaçların anlamsızlığı ve umutsuzluk temaları üzerine şekillenen bir tiyatro türü. ” Absürd tiyatro “ bir çelişkiler, karşıtlıklar ve karışıklıklar toplamının sahneye yansıtılması! Oyun kişileri hiçbir yere ve ortama ait değillerdir, diyalog biçiminde kurulmuş konuşmalar birbirini karşılamaz ya da neden-sonuç ilişkisiyle ilerlemez, ana hatları çizilebilir bir olay dizisi yoktur, oyunlardaki ilerleyişe rağmen dramatik anlamda bir gelişmeden söz etmek genellikle imkânsızdır.
Veya Engerek-kon
“Ergenekon Davası” na bu ismi bulmadan “Engerek-kon” davası diyecektim: Köşeye sıkıştırılmış, çatal dilli engerek yılanının her tarafa saldırısı, “facianın piyesi”.
Ama Ümraniye (Ergenekon) davasının en doğru özeti; “absürd tiyatro”, “absürd-saçma ve abes” oyunudur. Ve ben ekleyeyim, toplumun kafasını karıştırmak için, “abesle” meşgul etmek amaçlıdır. Televiyzon kanallarındaki, gazetelerdeki Türkiye’nin “kamu” kafası hiçbir zaman bu kadar karışmamış, karıştırılamamıştır!
Düşmanlara ne hacet; onlar isteselerdi Türkiye’yi bu kadar karıştıramazlar ve bölemezlerdi! “İsterselerdi” dedim, ama “istedikleri” muhakkak.
Artık saçmalıktan, abesten öte feci ayrıntılar hangileri. Son dalgada Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun evinin aranmasının, mahkeme kararının gerekçesini mi? YÖK’ün eski Başkanı Kemal Gürüz’ün, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın, Harp Akademilerı Komutanı Kemal Yavuz Paşa’nın hoyratça tutuklanmalarını, bazı muvazzaf subayların “Karargâh Evleri’nde” (o nasıl evlerse) buluştukları iddiasıyla tevkif edilmelerini mi? Daha önceki tutuklamalar ve yüze yakın insanın haklarında iddia olmadan tutuklanmalarından mı söz edeyim? “Ergenekon’un para kasası” Kuddusi Okkır’ın göz göre göre “öldürülmesinden” sevgili Şener Eruygur Paşa’nın şuurunu yarı kaybetmesi “abes ve saçmalıklar tiyatrosu” değil, gerçek facialar!
Son olarak, geçmişteki Susurluk olayını Ergenekon’a bağlamak, İbrahim Şahin’i daha bu konuda suçlu olduğu ispat edilmeden ve “Gladyo’nun” tarihte ne olduğunu hatırlatmadan, orgeneraller, eski YÖK Başkanı, emekli başsavcılarla aynı kefeye koyup “darbe ortamı” hazırlamakla suçlamak. Bırakın, devletin ve ordunun en yukarı mevkilerinde görev yapmış olan kişilerin ülkeyi kan gölüne çevirecek böylesine tertipler içinde olmalarını düşünmek bile akla zarar, “abesten, saçmadan” öte nedir? Ve İsmet Berkan’ın dile getirdiği “PKK Ergenekon’dan çıktı” iddiası absürd ve onun sevdiği “akıl oyununa nazire” “akılsızlık oyunu” değil mi?
Bu “absürd” tiyatronun “Ümraniye Davası’nın baş kahramanı, kara kutusu! Bu tiyatronun yazarları, senaristleri acaba neden bu olayın üzerine fazla gitmezler ve sayın savcılar onu ciddiye alıp sorular yollar da, hükümet, Kanada hükümetinden iadesini talep etmez? Ama gelin görün ki, absürd-facia piyesleri arasında bir de komedi; gönderilen soruların neden yanlış ve aslında doğru adrese, bu davanın en önde gelen savunucularından Yeni Şafak Toronto muhabirinin evine gitmiş... Neden ve nasıl! Bizim senaristler bunu neden hiç kaale almazlar!
Fakat saçmalıklar bundan da ibaret değil. Bunun yazarları abesle iştigal ediyorlar, bizi de uğraştırıyorlar diyeceğim, ama bu bir oyun değil!
Bu absürd tiyatronun amacı, senaristlerin söylediklerinden ve yazdıklarından belli, geçmişle hesaplaşma, TC’yi tasfiye, orduyu etkisiz hale getirmektir ve de gericilere karşı yapılan 28 Şubat’ın rövanşıdır... Cumhuriyet Mitingleri’ne karşı darbedir. Absürd tiyatro eserlerinden Samuel Beckett’in ünlü piyesindeki gibi ” Godot’yu Beklerken “ bunları da yazacağım!


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Doğru ve güvenli yargılama hakkı...

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:30

Doğru ve güvenli yargılama hakkı...

h.pulur@milliyet.com.tr


KİMİ kitaplara “başucu” kitabı derler, yatmadan önce okunur, kimi kitaplara da “elaltı” kitabı denir.
“Elaltı” kitapları, bizim gibi günlük yazı yazanların mutlaka ellerinin altında bulundurması gereken kitaplardır.
Mesela bugünlerde yargı, savcı, iddianame, gözaltı, arama, tutanak gibi kavramlar tozkoparan fırtınasına yakalanmış, uçuşup duruyorlar.
***
BÖYLE hallerde bizim “elaltı” kitabımız, Yargıtay onursal üyesi Çetin Aşçıoğlu’nun “Doğru ve Güvenli Yargılama Hakkımız Var” kitabıdır.
Açtık, karıştırıyoruz, 64 ve 65. sayfalarda bugünleri çağrıştıran bir konudan söz ediliyor ya da biz yakıştırıyoruz.
Sayın Aşçıoğlu diyor ki:
“Üzülerek söylüyorum, ülkemizde savcılık, polis ya da jandarmanın yaptığı sorgulama üzerine hazırlanan, adını Arapçadan alan, fezleke denilen olayı özetleyen yazılardaki görüşü iddianameye dönüştürerek dava açan bir kurum haline gelmiştir.”
YANİ savcılar, polisin veya jandarmanın hazırladığı fezlekeyi iddianame haline getirip dava açıyorlarmış...
***
PEKİ, savcı böyle yaptı diye, “Böyle şey olmaz!” diyecek bir kurum yok mu?
1993’te varmış...
Fatih Savcısı, Çalışma Bakanı Mehmet Moğultay’ın dokunulmazlığının kaldırılması için Meclis Başkanlığı’na başvurmuş...
Meclis Başkanlığı ne yapmış?
Bakın ne yapmış:
“Başkanlığımız, İlçe Cumhuriyet Savcısı tarafından düzenlenmiş herhangi bir belgeyi, hiç bir yasal denetimden ve kontrolden geçmeksizin ilgili organlara havale edecek, bir anlamda mekanik bir havale işlemi yapacak bir makam değildir. Tersine, usulüne ilişkin kurallara göre davranılmasını sağlamak, TBMM mensubunun onurunu korumak için gereken her şeyi yapmakla başkanlığımız görevlidir.”
1993’ün Meclis Başkanlığı da amma müşkülpesentmiş, savcının başvurusunu beğenmemiş, geri çevirmiş, kendi tüzel kişiliğini vurgulamış...
***
İYİ güzel de, Meclis Başkanlığı’nın bir milletvekilinin onurunu düşünmesi, koruması elbette takdir edilir.
Ya yeterli kanıt olmadığı halde “Ben dava açayım da mahkeme düşünsün!” anlayışı içinde düzenlenen iddianamelerle aylarca, yıllarca yargılanarak suçlu kuşkusu altında tutulan bireyin onurunu kim koruyacak ve savunacak?
***
ŞİMDİ diyeceksiniz ki, ne demek istiyorsun?
Demek istediğimiz öyle çetrefil, karışık bir konu değil, anlayan anlamıştır.
Anlamayan, eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un televizyonlara yaptığı konuşmaları bulup okusun...
Bırakın fezlekelerden kopya çekilmiş iddianameyi, daha ortada iddianame yok, insanlar aylardır cezaevinde...
Ne diyordu Sayın Aşçıoğlu?
“Doğru ve güvenli yargılama hakkımız var!”
Var ama...


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Krokinin sırrı!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:33

Krokinin sırrı!

haygun@bugun.com.tr


İbrahim Şahin'in evinden ya da üstünden çıkan krokiyle kazılar yapıldı, bombalar bulundu ya, bu işte "tuhaflık" var...

Anımsarsanız, İbrahim Şahin "aklını yitirdiği için" Susurluk'tan yediği ceza affedilmişti. Demek ki, hakikaten aklını yitirmiş!

Her şey o kadar ortada ki, Ergenekon tam bir "matruşka..." Açıyorsun, açıyorsun, içinden çıka çıka Susurluk çıkıyor. Sabih Kanadoğlu'ların, Tuncer Kılınç'ların, Yalçın Küçük'lerin, İlhan Selçuk'ların, hatta hatta olanca kışkırtıcılıklarına rağmen Tuncay Özkan'ların bile içinde olamayacağı bir Susurluk...

İbrahim Şahin, Susurluk'un başkahramanlarından ve "gözaltı dalgası eninde sonunda beni bulur" diye aklının ucundan bile geçirmiyor. Üzerinde krokilerle dolaşıyor(!) Demek ki, Cumhurbaşkanı Sezer cezasını affederken haklıymış. Şahin, hakikaten aklını yitirmiş...

Acaba öyle mi? Hakikaten evinden-üzerinden kroki çıktı mı, henüz bilmiyoruz ama ben "kıllanmaya" başladım. Bu işin içinde iş var! İbrahim Şahin'le beraber mahkum olan eski bazı özel harekatçılarda epeydir iyi "gaz" biriktiğini biliyorum. Hepsi usulden çok kısa cezaevinde kaldılar. Ama cezaevinde her türlü lüksleri sağlandı, mahkum muamelesi görmediler.

Cezaevinden cep telefonuyla dışarıyı bile ararlardı. O kadar rahattılar yani! Ama daha sonra hayatları alt üst oldu. Hepsi meslekten uzaklaştırılmıştı. Susurluk'un eğer bir "kişisel çıkar örgütü" haline dönüştüğü iddiaları doğruysa, şahsi gözlemim onlar ekonomik olarak nasiplerini alamamıştı. Sanki içlerinde şöyle bir duygu oluşmuştu: "İbrahim Şahin'ler falan malı götürdü, hepsi çok zengin oldu. Bize hiç sahip çıkan olmadı." İlk tanışmamızda direkt yüzlerine söylediğim gibi, devlet tarafından kullanılıp, atılmışlardı.

Her devletin bu tarz adamları olurdu. Zaten Susurluk meselesinde asıl sorgulanan, terörle mücadele kapsamında devlet adına yapılan zaman zaman "kirli olabilen hizmetler" değil, devlet üniforması sayesinde elde edilen gücün, şahsi çıkarlar için kullanılıp, kullanılmadığıydı...

Sonraları, karınları aç kalınca bazıları, "mafyamsı" işlere bulaştılar hissiyatına kapıldım. Bazılarının da düzgün yaşayayım diye "açlıktan ölmek" üzere olduklarını biliyordum. Ama hepsindeki ortak duygu, "kullanıp, atıldıkları" ve bir zamanlar onları cepheye sürenlerdeki ekonomik rahatlığın kendilerinde olmayışına duydukları "öfke"ydi. Son zamanlardaki ruh hallerine bakınca, içimden bir ses, Susurlukçular'dan birinin "öttüğünü" söylüyor.

Kendi ekonomik sıkıntılarına baktı, eski amirlerinin rahatlığını gördü. Belki, onlara yaklaşıp, yardım görmeye çalıştı ama yüz bulamadı. Ve sonunda, "ben yandım, onlar da yansın" dedi ve savcıya gidip öttü! Susurluk deşifre olunca, elde kalan silahların gömülü olabileceği yerleri söyledi. Muhtemelen İbrahim Şahin'in talimatıyla, kendisi de o silahları gömenler arasındaydı. Gömülü yerlerden birinden ciddi silahlar çıktı, bazıları ise yıllar içinde temizlenmişti.

Eski MİT'çi Tarık Ümit gibilerin cesetlerinin olabileceği yerleri söyledi. Açıkçası, MİT köşkünün içinde bulunduğu Atatürk Orman Çiftliği'ndeki kazı böyle düşünmemi sağlamıştı. Ama bir şey çıkmadı! Kısacası, "son kazılara yol açan krokiyi çizen el"in İbrahim Şahin'in eli değil, "eski amirini satarak itirafçı olmayı seçen el"in işi olduğunu düşünmem için çok neden var.

Tıpkı, bu silahların "Ergenekon darbe örgütü"yle hiç alakalı olmadığını, sadece Susurlukçular'ın çürümeye terk edilmiş eski silahları olduğunu düşünmem için çok neden olması gibi...

Tıpkı, "Ergenekon matruşka" sından çıka çıka sadece Susurluk'un çıktığına inanmam için çok neden olması gibi...

Tabii "itirafçı Susurlukçu şüphem" sadece bir tahmin. Eli kulağındadır, gerçek yakında ortaya çıkar!


[img]http://www.bugun.com.tr/images/logo.png[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Çağrışımlar

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:36

Çağrışımlar

rauftamer@posta.com.tr


Çifte standart, artık bizim genlerimize kadar işlemiş.

- Bizdendir / Onlardandır.



Eğer bizdense, bu ne biçim gözaltı? Nerde Hukuk Devleti?

Eğer onlardansa, oh olsun, lâyığını buldu.

***

Eşitlik ilkesi, dağdaki çobandan üniversitedeki profesöre kadar aynen işlemeli, değil mi?

Fakat hayır.

Gece yarısı evinden alınıp götürülen şüpheli, eğer bir gariban ise, haberimiz bile olmuyor. Ama aristokrasi’den biriyse, kıyamet kopuyor.

Başlarına bir iş geldiğinde sevdiklerimize, saydıklarımıza, eşimize dostumuza elbet üzüleceğiz ama sevmediklerimize, saymadıklarımıza, hasmımıza, düşmanımıza sevinmek niye? Onlar da insan.

İşçinin yediği cop, kimsenin umurunda değil ama gazetecinin

kılına dokunamazsınız.

Yoo, kim demiş?

Dinç Bilgin’in başına gelen felaketi zevkle seyredersiniz. Ne biçim insanlarsınız?

Keşke kimseye dokunulmasa.

Hayır.

Bu ülkede imtiyazlı bir sınıf vardır. İşte onlardan biri de İmralı’daki mahkûmdur.

***

Şuraya gelmek istiyorum.

Kanadoğlu’nu rencide etmek’le Nail Keçili’ye kelepçe takmak arasında hiçbir fark yok. Niye aynı tepkiyi göstermedik?

Banka batırdığı halde ortalıkta hâl⠓ağa” diye dolaşanlar var, peki Ali Balkaner’in akıbetini merak edenimiz var mı?

***

Çifte standart şampiyonuyuz.

Yargı’nın yüksek katlarındaki yüksek kararlarda da gördük bunu.

- Adalete güveniyorum.

Ama bir şartla: Benden yana hüküm verirse.

- Mahkeme kararlarına saygılıyım.

Ama bir şartla: İstediğim gibiyse.

- Türkiye’de Hakimler vardır.

Ama bir şartla: İşime gelirse.

Durum budur sevgili okuyucular.?

Her şeyden önce, kendi ruhlarındaki adaletsizliği gideremeyenler, Türk Adaleti hakkında ahkâm kesmesin lütfen.

Hele ödülde, tâyinde, terfide bile âdil olamayanlar, ağızlarını hiç açmasın.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Kutuplaşmanın genişlemesi

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:39

Kutuplaşmanın genişlemesi


Ergenekon davasının iktidarın yönetiminde olduğu kanısında olanlar var. Bunlara göre başbakan veya bakan, ya da görevlendirdiği bir bürokrat bu davayı yönetmektedir.


Ergenekon davasının iktidarın yönetiminde olduğu kanısında olanlar var. Bunlara göre başbakan veya bakan, ya da görevlendirdiği bir bürokrat bu davayı yönetmektedir. Ergenekon’u iktidarla birleştirenlere göre, kimin ne zaman soruşturma kapsamına alınıp, sorgulanacağına, iddianamede nelerin yazılıp nelerin yazılmayacağına siyaset adamları karar vermektedir.
Bu kanıda olanlar yanılmaktadırlar, bu kafayla hiçbir olayı doğru anlayamayacaklardır.
Savcısı ve yargıcıyla, yargımız bir büyük işi yüklenmiş, ağır-aksak götürmektedir. Yargının kararlarını gerçekleştirmek üzere emniyet güçleri ve jandarma da sürece katılmaktadır.
Bizim devlet örgütlenmesinde, suç işlenmesini önleyen polis ile sanıkların yakalanması, sorgulanması, yargılama ve cezalandırılmasında görev alacak “yargı polisi” bulunmadığından, güvenlik güçleri de yargılama işlerinde yetkiliymiş gibi görünmektedir.
Yargının bu karışık görünen örgütlenmesi içinde içişleri, adalet ve milli savunma bakanlığına bağlı memurların görülmesi, yargı işlerimizde bakanların müdahil olduklarını göstermez.
Ergenekon gibi uzun sürecek, zanlı sayısı çok olan önemli bir davayla halkın yakından ilgilenmesi doğaldır. Bu ilginin, yargıyı etkileyecek fiil ve davranışa dönüşmesini tanımlamak ve sınırlamak zordur.
Yargıyı etkilemenin ne zaman başlayacağı, halkın ilgisinin nerede biteceği pek belirli şeyler değildir. Haber ve yorumların yayın özgürlüğüyle, yargıyı etkileme suçu nasıl ayrıştırılacaktır? Özgürlüklerin yargıyı etkilemesinin sınırını kim, nasıl çizecektir?
Bu sınır çizilemediğinden veya herkesin çizgisi farklı olacağından; Ergenekon Davasıyla ilgili haber ve yorumlar, yargıyı etkilemez denilemeyecek biçimde sürmektedir. Sanıyorum, yorumlar giderek yargının eleştirisine dönecek; eleştiri övgüyü davet edecektir.
Bir olaydan çıkarak bir kurumun eleştirisi ve övgüsü, çok çabuk o konuyu siyasetin konusu haline dönüştürür. Korkum, toplumsal bir çok alanı kavramış olan kutuplaşmanın yargıyı da içine almasıdır.
“Kutuplaşma” kavramı; kişilerin, siyasetle ilgili olsun ya da olmasın, genel veya yerel herhangi bir konudaki görüşlerinin tamamını siyasal parti tercihleri içinde belirlemeleri” olarak tanımlıyorum.
Kutuplaşma bir ölçüde her zaman vardır; demokrasiye geçtiğimiz ilk yıllardan beri, yetişkinlerin yarısı kadarı toplumsal konuları, tercih ettiği parti lideri gibi değerlendirmiştir. Bu oran, geçen seçimlerden sonra artmaya başladı. Aydınlarımız, yazarlarımız, resmi ve özel kesimdeki yönetim zincirlerinin halkalarındaki memurlar, giderek daha çok oranda, olayları önyargılarıyla değerlendirmektedir.
Baştan beri partilerimiz, yükselmekte olan bu tehlike odağını önemsemedi,
hala da önemsemiyor.
Bugün, kutuplaşmanın yargısal konuları ve kurumları da kavraması, yargıyla ilgili düşüncelerin ve değerlendirmelerin de, siyasal eğilimin ambargosu altına girmesi tehlikesi karşısındayız. Bu tehlikeyi halkımız önleyebilecek midir?


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

‘Koruma-kollama’ ile ‘Denge-fren’ farkı

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 12:43

‘Koruma-kollama’ ile ‘Denge-fren’ farkı

ismet.berkan@radikal.com.tr


İster mutlakiyetçi krallıklar olsun, ister diktatörlükler, ister modern anayasal liberal demokrasiler, bütün yönetim modelleri ister istemez bir ‘denge-fren’ mekanizması içerir.


İster mutlakiyetçi krallıklar olsun, ister diktatörlükler, ister modern anayasal liberal demokrasiler, bütün yönetim modelleri ister istemez bir ‘denge-fren’ mekanizması içerir.
Padişah Kanuni’yi de yapabilecekleri konusunda frenleyen dengeler vardı, diktatör Stalin’i veya Hitler’i de, 12 Eylül’ün cuntacılarını da, bütün Amerikan Başkanlarını da.
Önemli olan, bu ‘denge-fren’ (İngilizcesiyle ‘checks and balances’) mekanizmasının modern hali. Öyle ya padişahlık altında yaşamıyoruz, diktatörlük altında yaşamak da istemiyoruz, o zaman demokrasimizi kalıcı ve sürdürülebilir kılacak çağdaş denge-fren mekanizmalarına ihtiyacımız var; yoksa mutlak güç kimseye teslim edilemez, bunu çok iyi biliyoruz.
Modern anlamda demokratik denge-fren mekanizmalarının kökeni 1776’daki Amerikan Devrimi’ne dayanıyor. Nitekim Amerikalı ‘kurucu babalar’ın yarattığı denge-fren mekanizması, ufak tefek düzeltmelere duyulan ihtiyaç dışında neredeyse hiç değişmeden, dünyanın en uzun ömürlü anayasal liberal demokrasisini yaşattı.
Denge-fren mekanizmasının temelinde kuvvetler ayrılığı prensibi vardır. Yani, meşruiyetini halk oyundan alan bir yönetim olacaktır; meşruiyetini başka bir seçimle halktan alan bir yasama olacaktır; bir de, gücünü Anayasa’dan meşruiyetini ise yasama ve yürütme organının ortak davranışından alan bağımsız bir yargı.
Bu üç kuvvet, birbirini frenleyecek ve aşırılıklara karşı dengeleyecektir.
***
Türkiye’ye kuvvetler ayrılığı prensibi, 27 Mayıs darbesi sonrası hazırlanan Anayasa ile geldi. Ondan önce denetimsiz ve frensiz bir kuvvetler birliği uygulaması vardı. Ülkenin merkez sağcıları çok kabul etmez ama 27 Mayıs darbesinin arkasında yatan nedenlerin başında, iktidarın denetimsiz ve frensiz olması yatar. O yüzden Türkiye’de ordu, demokratik rejimin denge ve fren mekanizması olarak ortaya çıkmıştır.
Ordu bu ‘rejimin ve demokrasinin kurtarıcısı’ rolünü 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997’de perde gerisinden, 12 Eylül’de ise tam bir darbe yaparak sürdüregeldi.
12 Eylül darbecileri, kendi yazdıkları Anayasa’yı demokratik sistem ve kurumlara güvensizliklerini gizlemeden ve demokrasiyi demokrasi dışı güçlerin denetlemesi, hatta vesayet altına alması bakış açısıyla ortaya çıkardılar.
Türkiye’de sanıldı ki Cumhurbaşkanı hep asker kökenli, rejim dışı biri olacak. O yüzden bizde Cumhurbaşkanı’nın demokratik meşruiyeti pek zayıftır ama Anayasal yetkileri pek geniştir. Oysa bu proje daha ilk Cumhurbaşkanı seçiminde Turgut Özal’ın Çankaya’ya çıkmasıyla çöktü. Siyasetçiler de artık Cumhurbaşkanı oluyordu.
12 Eylül’ün bir başka denge-fren mekanizması, Milli Güvenlik Kurulu’nun rejim üzerinde vesayet uygulaması, esasen 28 Şubat döneminde, zamanın sivil Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in formülasyonuyla öne çıktı. Bir anda MGK bırakın hükümet üstü olmayı, parlamento üstü bir konuma geldi. Oradan karar çıkınca Meclis kanun çıkarıyordu vs. Ama Avrupa Birliği reformları buna da son verdi.
Kala kala geriye Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi ağırlığı ve siyasetçileri darbe yapmakla tehdit etme ihtimali kaldı. Nitekim 2003-2004’te bu tehlikeleri ciddi ciddi atlattık. 27 Nisan 2007’deki son askeri bildirinin ardından siyasetçinin halktan meşruiyet alarak yapacağını yapmaya devam etmesi ve askerin de hiçbir şey yapmamasıyla, TSK’nın fren-denge olma hali biraz da kendiliğinden ciddi biçimde sınırlanmış oldu. Son Ergenekon soruşturmaları bu hali daha da perçinliyor.
Bütün bunlar tamam. Demokrasimiz artık demokrasi dışı güçler tarafından denetlenmeyecek, meşruiyetini doğrudan halktan almayan hiçbir güç denge-fren görevi göremeyecek. Çok iyi.
Peki ama denge-fren görevini kim görecek? Yargı mı? Evet, belki bir yere kadar. Ama Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organlarının ne kadar siyasallaştığı ve elbirliğiyle ne kadar yıpratıldığı ortada. Bunları sivil toplum yıpratıyor ama yıpranan yargıya güven oluyor.
Ve ne yazık ki bizim mevcut Anayasal düzenimizde yargı dışında meşru bir denge-fren mekanizması da bulunmuyor. İşte bu, demokrasimize en büyük tehdidi yönelten şey. Çünkü dengelenip frenlenmeyen bir demokratik yönetim, bana göre demokrasinin sürdürülebilirliğinin önündeki en büyük engel.
O yüzden dün yazımı, sivil demokrasiye olan hazırlıksızlığımızı vurgulayarak bitirdim.
Bana göre hazırlıksızlığımızın temelinde de bu denge-fren yokluğu yatıyor.
Türkiye, ne yapıp edip kuvvetler ayrılığı sistemini akılcı, sürdürülebilir ve bir demokrasiye yakışan hale getirmeli, yani kuvvetlendirmeli.
Türk merkez sağının kuvvetler birliği rejimine duyduğu özlem, ülkemizi demokrasiye doğru götürmez.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Güvensizlik kırılması!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:18

Güvensizlik kırılması!

altemurkilic@ttmail.com


Başbakan Erdoğan, son dalgadan sonra: “Bu ülkede fikri hür, vicdanı hür savcılar var” demiş... Demek oluyor ki, “Ümraniye Davası savcılarına” güveni tam! Yani son yapılan hareketleri zımnen tasvip etmiş oluyor! İşte bu noktadan sonra, bizlerin de, asıl, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür yargıçlarımıza” güvenimiz tam! Kırılgan “kırılma hattı”da burada; karşılıklı güvenmeler ve güvensizlikler arasında! Sonunda, hangi taraf güveninde haklı çıkacak? Ümraniye iddianamelerini yazan savcılarına güvenenler mi, yoksa Silivri’deki Ağır Ceza Mahkemesi’nin yargıçlarına güvenenler mi?

Erdoğan ihsas-ı reyde bulundu
Erdoğan “Hiç kimse kendisini yasaların, hukukun, adaletin üzerinde görmemeli” diyor. Doğru; ama hiç kimse de, Erdoğan’ın bu olayda başsavcı olduğunu ve “Beyaz Eller Operasyonu”nu kendi başlattığı sözlerini unutmasın!
Ve bu onursal fahri “başsavcı”, yargı henüz son hükmünü vermemişken “rey ihsas” edercesine; “Kimlerin bu ülkede korku imparatorluğu kurmaya çalıştığını şu son aylar gayet iyi gösterdi” diyor. Demek ki, daha bu davada son hüküm verilmemişken, o suçluların kimler olduğuna hükmetmiş!
Evet; Türkiye’de böyle Başbakan, böyle savcılar var... Ama Türkiye’de, Silivri’de de “bağımsız yargıçlar” var! Ve kimin kime güvenmekte haklı olduğunu, inşallah sonunda göreceğiz!
Fakat TC Devleti’nin ve hükümetinin başında, “herkesin Cumhurbaşkanı, Başbakanı” olmak mevkiinde olanlar, bu büyük sözleri söyler, oylarını peşinen açıklarken, bu davada adaletin böyle ve bu kadar uzamasından ve yapılan hukuksuzluklardan dolayı tedirgin olmaları ve “aksi sabit olana kadar, masum sayılmaları” gereken vatandaşlara birazcık olsun “şefkatten” vazgeçtik, “tolerans” göstermeleri gerekmez mi? Ama aksine; bu sözleri ve gürlemeleriyle masum sayılması gereken insanlara korku ve umutsuzluk veriyorlar! Öyle ya; Başbakan Erdoğan son sözleriyle gösteriyor ki, iddialar ve cephaneliklere inanmış, hatta son yüksek düzey tutuklamaları dahi tasvip ediyor! Ve asıl adalete böylelikle gölge, şüphe düşüren kendisi! “İçerdekiler”, Allah’tan ve bağımsız yargıçlardan başka kime güvenecekler, kime
güveneceğiz?
Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı’yla görüştükten sonra böyle konuşması ilginç! Yoksa bir bakıma orduya meydan mı okumakta, artık pervası yok mu ki “müsademe rotasında” devam ediyor?
Ben, Başbakan’ın, bu konuda Orgeneral İlker Başbuğ’u ikna etmiş olabileceğine inanmıyorum. Tahminim şu; Genelkurmay Başkanı ordu içinde, hem köstebekleri meydana çıkarmak için başlattığı harekâtla birlikte, ordunun içinde hakikaten darbe yapmak için örgütlere katılmış olanlar varsa (ama Atatürk’ün Cumhuriyet’inin tehlikede olduğunu düşünüp, ne yapmalı diye düşünenleri değil) ortaya çıkarıp, kendisi kani olunca, yapılması gerekecekleri yapacaktır!
Ama işin en vahim tarafı ülkenin bu kadar kırılgan duruma gelmesidir! Asıl suçlular bu durumları yaratanlardır!


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Gladio, eski yöntemlerini kullanıyor!

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:21

Gladio, eski yöntemlerini kullanıyor!

arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr


Basında birçok yazar İtalya’daki Gladio soruşturmasını hatırlatıyor. Madem ki o aşamaya geldik, o halde biz de Gladio’nun genel çerçevesini hatırlatalım!
1980 Gazeteci Webster Griffin Tarpley, Almanya’nın “Junge Welt” gazetesine yaptığı açıklamalarda ABD’de 1960’ların başından bu yana yerleşmiş bir “gizli hükümet-derin devlet” olduğu iddiasını tekrarlayıp bu derin devleti kuranların, eski CIA Başkanı Allen Dulles, eski Amerikan Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ile birlikte daha sonraki yıllarda NATO’nun Avrupa’daki birliklerine komuta eden Lyman Lemnitzer olduğunu bildirdi.
Tarpley, NATO Avrupa Ordusu Başkomutanı Lemnitzer’in gizli NATO Ordusu “Gladio” birliklerinin de kurucusu olduğuna dikkat çekerken, bu derin devlet yapısının Kennedy’nin öldürülmesinden Vietnam’a, İrangates’ten 11 Eylül’e kadar birçok girişimin temelinde yattığını da söyledi.

* * *


Peki, Belçika’daki Gladio karargâhında, 1967 Aralık ayından 1969 Mayıs ayına kadar, Marksizm-Leninizm ve toplum psikolojisi eğitimi gören 22 Türk askeri, daha sonraki hayatlarında ne yaptı?
Dersleri veren Amerikan Askeri Gizli Polis Teşkilatı OSI, bugün Türkiye’de hâlâ görevine devam ediyor mu?
Yıllar sonra İtalya Başbakanı Aldo Moro’yu kaçırarak öldürecek olan İtalya’daki Kızıl Tugaylar örgütü militanlarının Belçika’nın Mons şehrindeki Gladio merkezinde, Türk askerleriyle birlikte eğitildiğini biliyor musunuz?
Gladio örgütünün temel yöntemi, o sırada çok güçlü olan komünizm ideolojisini ve örgütlenmesini çökertmek için NATO ülkelerine komünizm aşısı yapmaktı!

* * *


İtalya’nın eski Cumhurbaşkanı Francesco Cossiga, Corriere della Sera’ya yaptığı açıklamada, “Ön safta İtalyan merkez solu olmak üzere, Amerika ve Avrupa’nın bütün demokratik unsurları gayet iyi biliyor ki 11 Eylül saldırıları CIA ve Mossad tarafından, Arap dünyasını suçlamak ve Batılı güçleri Irak ve Afganistan’a müdahaleye tahrik etmek için planlanıp gerçekleştirildi” demişti.
Cossiga, 60, 70 ve 80’lerde Avrupa’daki bombalama olaylarından sorumlu tutulan ve temel uzmanlık alanı ülkelerdeki yerel politik muhalefetin üzerine yıkılacak eylemler gerçekleştirmek olan NATO himayesindeki Gladio örgütünün varlığını ifşa ederek yapılanma içindeki rolünü de itiraf etmişti.
Cossiga’nın beyanları, 2000 yılında İtalya Parlamentosu’nun Gladio ile ilgili soruşturmasına da katkı sağlamış ve bu soruşturma sırasında saldırıların ABD istihbarat birimlerinin gözetiminde yapıldığına dair deliller ortaya çıkmıştı.
Türkiye’nin yakın tarihi de bu tür olaylarla doludur. Hatırlarsanız, Cumhuriyet gazetesine saldırı, Danıştay baskını, Rahip Santoro’nun, Hırant Dink’in ve Malatya’da misyonerlerin öldürülmeleri, hükümet ve yardakçı basın tarafından toplumsal muhalefetin üzerine yıkılmak istenmişti. Ancak, soruşturma ilerledikçe herkes gördü ki işin içinde derin bağlantılar ve devletin kullandığı elemanlar var!

* * *


Peki son dönemde Türkiye’de örgütlenen milli/ulusal denilen grupların çoğunu, Gladio örgütlemiş olamaz mı?
Anlaşılıyor ki Türkiye’de de toplumsal muhalefeti kontrol etmek isteyenler, o muhalefetin dernekler bazında örgütlenmesini bizzat yaptırdı. Mümkün olduğu nispette bu muhalif grupları suça bulaştırmak istediler. Yükselen milliyetçiliğe karşı milliyetçilik/ulusalcılık aşısı yapmak istediler! “Ordu göreve” diye gençlere pankart taşıttılar. Terör eylemlerinde ise kendi elemanlarını veya 18 yaş altı çocukları kullandılar. Sonra da suçu toplumsal muhalefete yüklemek istediler.
İlgilenenlerin bilgilerine sunulur!


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

TRAVMANIN RÖVANŞI (MI?)

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:25

TRAVMANIN RÖVANŞI (MI?)

hulkicevizoglu@cevizkabugu.com.tr


Ortaöğretimde okumuştuk.
Divan şiiri şöyle diyordu: “Tutui mucize gûyem, ne desem lâf değil!”
Yani, “Söylediklerim, bir papağanın mucizeler anlatan boş sözleri değildir. Kulak verin” anlamında.
Biz de geçmişe dönüp, yazdıklarımıza bakalım. Bakalım da, bizim söylediklerimiz “papağanın boş sözleri” mi imiş, görelim.

* * *

Tarih: 02.08.2005
Başlık: “Cumhuriyet, Cumhuriyet’i Savunacak Nesil Yetiştiremedi mi?”
Özet:
...Cumhuriyet, kendisini savunacak nesiller yetiştiremedi mi?.. Cumhuriyet’i, halkın anlayacağı biçimde, şevkle savunacak tarihçi de mi yok?.. Atatürk, “Cumhuriyet’i biz kurduk, onu yaşatacak olan sizlersiniz” dediği anda, Cumhuriyet ölmüş müydü?..

* * *


Tarih: 28.02.2006
Başlık: “O Zaman Teslim Olalım!..”
Özet:
“Ölseler bir araya gelmeyecek görüştekiler”, şimdi Türkiye’ye karşı bir araya geldiler.
Bunlar, Sevr dayatmalarına karşı çıkılmasına dayanamıyor. “Türkiye’ye kurulmuş tuzaklara karşı uyanık olmak” onları rahatsız ediyor. Yeni bir kavram ortaya atarak, “seçilmiş travma” dan söz ediyorlar.
Söyledikleri şunlar:
“Ulusalcı tepki, ABD’nin işine yarar..” “Yükselişe geçen ulusalcı dalga, ters tepebilir. Bu tepkiler bize yaramaz..” “Milli Marş, bölücülük yaratıyor..” “Bunlar karikatür gibiler...” “Ulusalcı terör..”
Yani konuşmak, düşünce açıklamak, yazılı ve görsel basında ülkeyi savunmak; zararlı düşünce, açıklama, tavır ve davranışlara karşı çıkmak da çaresizmiş! Ne yaparsak, düşmanın işine yarayacakmış!
... Ulusal kitleye “çaresizliği aşılamaya” çabalayanlar, bunu başaramayınca dedikodu ve örtülü operasyonlarla bu kitleyi birbirine düşürmeye çalışacaklar. Bunun denemelerini de bir süredir yapıyorlar.
Çaresiz değil, çare SİZ’siniz!..
Onlar da bunun farkında ve korkusunda.

* * *


Tarih: 23.01.2007
Başlık: “Daha da Kaşıyacaklar..”
Özet:
“Oyun şahane, gerisi bahane” taktiğiyle, vatanseverlere (Atatürkçü, ulusalcı, milliyetçi, demokratlara) yapılan saldırılar son bulmayacak. Daha da kaşıyacaklar!.. Ülke gittikçe sömürgeleştirilirken, bunları gizlemek için yurtseverler suçlanarak gündem değiştirilecek. Bu yazdıklarım, ülke üzerinde oyun oynamak isteyen iç ve dış şer odaklarını durdurmaz. Ama, bu oyunlara karşı şu anda çok bilinçli olan halkımıza katkıda bulunur.
... Hepimiz bu ülkenin insanlarıyız. Elbirliği ile, bizi birbirimize düşürerek, ülkeyi bölmek isteyen sırtlanlara karşı omuz omuza durmalıyız. Düşünce ayrılıklarımız. Ülkemizin ayrılmasına izin vermemeli.
Ve en önemlisi, kendi sorunlarımızı, Avrupa ve Amerika’yı karıştırmadan uygarca çözmeliyiz.

* * *


Geçen hafta sonu “Ben bir Irak Türk’ü, Türkmen’im” diyen Timur Ketene adlı izleyiciden e-posta aldım.
Onun özeti de şöyle:
Bir Irak Türkü olarak yaşamımın bir kısmını, despot bir yönetim tarafından yönetilen Irak’ta baskı ve devlet terörü altında yaşamak zorunda kaldım. Zaten hiçbir şey yapmasak bile, Irak’ta Irak Türk’ü (Türkmen) olmak yeterince suçtu!.. (Yüce Türk Milleti’nin bir parçası olma şerefine nail olduğum için her zaman Yaradana şükrettim.)
İktidarda olan Baas Partisi’nin karşıtı ya da her ne suç isnat edilecekse, tutuklanmak için bir şey yapmış olmanız veya düşünmüş olmanız dahi gerekmezdi!.. İleride düşünebileceğiniz düşüncesini düşünseler dahi tutuklanır ve genelde bir şekilde hayatınız mahvedilirdi, en iyi ihtimalle tabii.
Evden çıkan, dönüp, dönmeyeceği garanti olmadığından herkes sürekli helalleşirdi. Evdeyken ne zaman baskın yapılır da alıp götürüleceğiniz asla belli olmazdı.
Irak’ta bu despot yönetimin kendisi açısından başardığı en önemli husus, halkın içindeki korku ve birbirine güvensizlik ve ispiyon mekanizması idi ve bu sayede uzun yıllar hüküm sürdü. Bugün itibarıyla Irak’ta durum farklı değil, aslında teknoloji ilerlediği için durum daha vahimdir.
Özellikle belirtmem gereken husus, ben Irak’tan ayrıldığımda 14-15 yaşındaydım (1978). Ayrılma yaşımı belirtmemin sebebine gelince. Çocuk sayılacak bir yaşta dahi bu despot örgütlerin gazabına uğramış ve şahsen yaşamış olmam olayın vahametini biraz daha açıklar düşüncesindeyim.

* * *

Psikoloji kitaplarında var mı, bilmiyorum. Ama benim tespit ve gözlemlerime göre, “başına kötü bir şey gelen/geldiğine inanan” kişiler, ileride mutlaka intikamı deniyor. Hem de aynı biçimde. Bunu ne kadar gizlemeye çalışsa da, gören gözler anlıyor.
Başbakan olmadan önce 4 ay hapis yatan ve sonra sık sık “Ben şiir okuduğum için hapis yattım” diyen Erdoğan, bugünkü tutuklama ve gözaltıları nasıl değerlendiriyor acaba?..
Burada şunu kabul edelim: Kendisiyle baş başa kalınca, insâni olarak rövanşı düşünebilir. Ama, seçildiği zaman, toplumda oluşan “travmayı” gidermek için “Ben artık herkesin başbakanıyım” diyen Erdoğan’ın yönettiği ülkede demokrasi ve hukuk egemen olmalıdır.
Laik cumhuriyet ve anayasa bunu emrediyor. İslâmiyet’te de sayısız öğütler var..


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

"Dava"

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:27

"Dava"

yeniceriozcan@yahoo.com


Giderek Türkiye’de dava denilince insanların aklına “Ergenekon” gelmektedir. Hâlbuki Ergenekon bir Türk Destanı’dır. Bu nedenle “Dava” denilince insanların aklına “Ergenekon” ya da “Susurluk” un gelmediği, aksine Franz Kafka’nın romanının adının geldiği bir Türkiye gerçekte “demokrat” bir Türkiye olur.
Diğer yandan bazı insanların aklına neden “Ergenekon terör örgütü” denilince Franz Kafka’nın romanının adınının geldiğine de kısaca değinmekte yarar vardır. Kafka, “Dava” adlı romanına şöyle başlar: “Biri iftira atmış olacaktı Josef K.’ya; çünkü bir sabah durup dururken tutuklandı. Her sabah saat sekize doğru kahvaltısını getiren pansiyon sahibi Bayan Grubach’ın hizmetçisi o sabah ortalıkta görünmemişti”. “Dava” da ne ile suçlandığını bilmeden tutuklanan Josef K. birden bire içinden asla çıkamayacağı labirent niteliğindeki devasa bir kurumla karşı karşıya kalır. Kahraman, bu ucu bucağı görünmeyen, sonu olmayan labirentin çıkışını ararken kişiliğini yitirir. Gerçekte onu, bulmak için uğraştığı çıkışta ölüm beklemektedir.
Kafka, romanında totaliterleşmiş bir teknolojik iktidarın tasvirini yapar. Romanın kahramanı Josef K, işte böyle totaliter devasa bir erk sahibi bürokratik bir cihazla karşı karşıya kalır. Merkezileşmiş, kurumsallaşmış ve böylece çıkışı bir türlü bulunamayan, bulunsa da bu çıkış hep ölüme açılan bir labirente dönüşmüştür.
“Dava” romanının kahramanı Josef K. bir sabah ansızın odasına dalıveren, kim olduğu belirsiz iki kişi tarafından sorgusuz sualsiz tutuklanır. “Dava” adlı romanında Josef K’yı gece yarısı Kafka’nın bile tutuklatmak aklına gelmemiştir. Josef K’nın yatak odasındaki elbiselerinin (iç çamaşırlarının didiklenmesinden söz etmez) didiklenmesi, göz hapsine alınması ve her yerde izlenmesi ve dinlenmesi söz konusudur. Totaliter bütün sistemler insanı her yerde izleyerek, ezerek, yabancılaştırarak ve küçük düşürerek adeta bir böceğe çevirirler.
Sayısı belirsiz “Ergenekon” operasyonları adeta Kafka’nın romanında tasvirini yaptığı totaliter devlet cihazının marifetlerini bize hatırlatmaktadır. “Dinlemeye takıldı” gerekçesiyle ucu açık, sınırı belirsiz, soyut, içeriği karışık itham, iddia ve isnatlarla gözaltına almayla Josef K’nın gözaltına alınması arasında pek fark yoktur.
Demokrasi, en vahim durumlarda bile kişinin temel hak ve özgürlüklerini teminat altına alan rejimin adıdır. İktidarların ya da istihbarat servislerinin algılarına endekslenmiş bir demokrasi ya da güvenlik olamaz.
Demokrasi bir isimden daha çok bir algı sorunudur. Kapının zilinin aniden çalınmayacağından emin olarak insanların uyuduğu ülkede demokrasi var demektir. Aniden gelenlerin aniden götürdükleri ya da evinde uyuyanların emniyette uyandıkları ülkelerin demokratiklik vasfı her zaman tartışılır. Çok açıktır ki, bir rejimin adının demokratik olmasından daha çok erk sahiplerinin ve yönetilenlerin onu böyle algılayıp algılamadığı önemlidir.
Herkesin suçlu, herkesin avukat ya da herkesin yargıç olduğu bir ülkede gerçekler değil erk sahiplerinin yargıları önem kazanır. Toplumlarda açıklık duygusunun yerini belirsizlik; adalet duygusunun yerini de endişe almışsa o toplumun rejiminin niteliği önemini kaybeder. Kafka, “Dava” romanını elbette Türkiye gibi ülkelerin bugünlerini tahmin ederek yazmamıştır. Aksine teknolojinin henüz totaliterleşen iktidarları üretmeye başladığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinde eserlerini kaleme almıştır. O, o zaman teknolojinin totaliter bir iktidarı yaratmadaki rolünü iliklerine kadar hissetmişti. Türkiye’de ise bu henüz hissedilmeye başlamıştır.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Türk basını habercilikte çuvalladı

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:30

Türk basını habercilikte çuvalladı

savassuzal@habergazete.com


Son Ergenekon süreci Türk basınının bilgisizlik ve mesleki deneyimsizliğinin hangi düzeye indiğini ortaya koydu. Bu bir yana Başbakan’ın ve bakanlarının daha önce güvenmediğini kameralar önünde açıkladığı adalet ve soruşturmalara yönelik sarf ettiği sözlerse ibretlik; başka ne denir. Almanya’da bulaştıkları ileri sürülen Deniz Feneri yolsuzluk dosyalarını getirtmemek için ayak sürüyen onlar, o iktidarın bakanları değil miydi? Erdoğan bu kadar adalete inanıyorsa, kendisi ve partisinden çok sayıda milletvekili için dokunulmazlıkları kaldırmalıdır.
Gelelim basın konusuna. Bu mesleğe 30 yıldan fazla hayatını veren bir kişi için bugün yaşananlar ve şimdiki basın emekçilerinin hali, meslek açısından gerçekten hazin bir manzara. Bu durumun sorumlusu olan haberleri sunanlar, muhabirlerinin zırvalamalarını denetlemeye gerek görmeden ekrana getiriyor, sayfalarında yer veriyorlar.
Yaklaşık son yüzyılın yeryüzündeki en kötü habercilik ve gazetecilik örneği olan ve aynı “kendin pişir kendin ye” hesabı başkalarına soramayıp, alamadıkları cevapları olsa olsa metodu ile sunup duyurdular. Ben de onları taklit edip bu son dönem habercilik konusundaki görüşlerimi kendim sorup kendim cevaplandıracağım.
Neydi bu zırvalıklar;
Sevgili okurlarım yakalandığı veya ele geçirildiği söylenen silahlar ve cephanelikleri görebildiniz mi? Polis videoları bunları çukurdan çıkarırken görüntülemiş olmalı, bunların oynatılması gerek. (Velev ki çukurdan çıkmış olsun, buraya bu silahları kimlerin yerleştirmiş olabileceği araştırılmadı, köylülerle ve çevrede oturanlarla konuşmadılar.) Savcılar bu garabet cephanelikler çıkarılırken orada mıydı? Kaç savcı veya hâkimin gözetiminde bu operasyon düzenlendi? Bazı patlayıcı maddelerin üzerinde MKE damgası vardı, bunların kimlere satıldığı araştırıldı mı? Bildiğim kadarıyla hayır. Silah ve cephane bulunduğu belirtilen Gölbaşı’ndaki noktaya kimse sokulmadı. Güzel, ancak bir şey bulunamayan öteki kazı yerleri ne hikmetse tüm gazetecilere, belediyecilere piknik yeri gibi açıldı. Neden?
Peki, bizim acar muhabir takımına yakalandığı ileri sürülen silahlar konusunda neden kimin bilgi verdiği belirtilmedi? Bir gazeteci kaynaklarının adını vermek istemeyebilir, ama en azından bir polis yetkilisi falan gibi kendisinin tanık olmadığı bilgi ile ilgili haberini kimden aldığını background, yani adını açıklamadığı, ancak makamını ve görevini belirteceği bir kaynak olarak gösterebilirdi. Ben böyle bir şey de duymadım.
Gelelim silahların gömüldüğü yerden çıktığı ve cephane ile silahların sarıldığını ileri sürdükleri gazete parçası olayına. Türkiye’de çevre koruma ve recyle denen eritilerek yeniden kullanım olmadığı için kâğıtlar toplanmaz ve eşelediğiniz her topraktan, gazete, naylon torba çıkar. Peki, bu gazete parçasının çıkması bunları neden şaşırtır? Ayrıca bir delil olması gereken gazete nasıl olur da gazetecilerin ellerinde gezebilir? Savcı böylesine önemli bir delili nasıl ortada bırakır? Gazete kâğıdı ne kadar sürede toprakta erir? İşte size bir fiyasko daha.
Savcı ve hukukçulara ya da bu işlerden sorumlu yetkili ve teknik uzmanlara sorulması gereken sorular neden sorulmadı? Tam tersine bir goygoyculuk devam etti, herkes senaryo yazdı. Yakın geçmişteki birçok olayı bile hatırlamayan bu takım, bağıra çağıra laf ebeliği yapıp, haber kadar kendi yorumlarını kattı.
Basın adı verilen mekanizmalar, insanları neyle suçlandıkları dahi belli olmadan mahkûm edemez. Böyle haberler dünyada büyük tazminatların kapısını açar. Onların asli görevleri tarafsız haber vermektir ve haberleri okuyucu ve seyirciler yorumlar. Bilerek veya bilmeyerek töhmet altında bıraktıkları kişiler, yaşamlarının en kıymetli yıllarını vatanı koruma, kollama için harcamış insanlardı...
Türk basınının bu olayı yayımlamada gösterdiği beceriksizliği anlatmaya sayfalar yetmez, satırlara sığmaz. Ama böylesine bir hukuk fiyaskosunu kullanan siyasi iktidara ne diyeyim? Kendisini savcı ilan eden bir Başbakan görünüşte hukuk dersi verir, adalete sahip çıkar. Oysa o yaptığı konuşmada daha iddianamesi ortada olmayan bir konuda iddia makamı rolüne bürünmüştür. Dünyanın hiçbir ülkesinde şüpheliden delile değil, delilden şüpheliye gidilir. Bizde ise cezaevindeki kişilerin hâlâ iddianamesi ortada yok. Ne hikmetse, Gazze arabuluculuk fiyaskosu, ABD’de yeni yönetimden yüz bulamama, ekonomik kötüye gidiş, muhalif sesleri susturma sırasında birden bu operasyon canlanıyor. Gerçekte bu siyasi diktatörlüktür, buna demokrasi diyemezsiniz, kendinizin bile inanmadığı bu konuda inandırıcı olamazsınız.
Türkiye, Atatürk tarafından kurtarılan Osmanlı’nın hastalıklı adam durumuna sayenizde getirildi. Binalar modern, yollar ve alet aksam çağdaş olabilir. Ya kafalar, 1800’lerin bile gerisinde değil mi? Atatürk devrimleri o kafaları çağdaşlaştırdığı için Türkiye zengin Arap ülkelerinden 200 yıl öndeydi. Şimdi yoğun çabanızla hızla gerileyip onlarla aynı düzeye ve hatta onların da gerisine düştük. Sadaka bekleyen, dilenen bir ulusa çevirdiniz bizi. Beğeniyor musunuz eserinizi?


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Yargı devreye giriyor mu?

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:33

Yargı devreye giriyor mu?

ysd592@gmail.com


Neresinden bakarsanız kaos... İddialar kadar verilen ifadelerde de çelişki var. Bir taraftan “Devletin çivisi çıktı” diye yakınan sokaktaki vatandaş, diğer tarafta yargıya karşı güvenin sarsılması...
Bütün bunların üzerine hükümetin müdahil olmadığını iddia etmesine rağmen yargı mensuplarını hedef alan açıklamaları ortamı iyiden iyiye gerdi.
Soruşturmanın daha başlangıcında Başbakan Erdoğan’ın “Bu davanın savcısıyım” açıklamasına ana muhalefet lideri Sayın Baykal’ın “Öyleyse ben de avukatıyım” sözlerinden sonra “taraf” lar netleşmedi mi?
Bu saatten sonra Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP hükümetinin yargının bağımsızlığını savunması inandırıcı olabilir mi? Üstelik Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in YARSAV’ın dernekten parti haline dönüştüğü iddiası taraflılığın keskin çizgisini oluşturmadı mı?
Devlet idaresi ciddi iştir. Sayın Erdoğan “Bakkal dükkânı işletmiyoruz. Devlet yönetiyoruz” derken, daha önce “kantarın topuzunu kaçırdığı sözleri” inkâr mı edecek? Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nı halen onursal anlamda yürüten Sabih Kanadoğlu’nu savunduğu için YARSAV’ın siyasi parti gibi davrandığını iddia etmek “ananı da al git!” anlayışının da kendisi değil midir?
Soruşturmanın başladığı günden bu yana toplumun vicdanına gölge düşüren uygulama ve iddianamedeki çelişkiler yüzünden Savcı Öz için soruşturma talebini en başından reddeden Adalet Bakanı Şahin son tutumuyla parti genel başkanı ve kabinedeki başbakanı ile aynı doğrultuda “savcı” görevini yüklendiğini kabullenmiş oluyor.
Susurluk’tan Ümraniye davasına kadar her fırsatta olayların açığa çıkması ve adaletin yerini bulması yönünden yüzlerce yazıyı kaleme almış bu satırların yazarının kafasında milyonlarca soru işareti varsa sokaktaki vatandaş ne yapsın!
Adalet terazisini elinde tutan yargı mensuplarının bile şüphe duyduğu soruşturmada öncelikle yargı mensuplarını ve toplum vicdanını rahatlatacak bir açıklama yapmak yerine tarafgirliğini körüklemek hangi akla hizmettir?
Devam etmekte olan davalar hakkında yorum yapmak yasal olarak suçtur. Ancak dava sonuçlanana kadar zanlılar da suçsuzdur. Bu esnada zanlıların mahkeme heyetini reddetme hakkı vardır. Aynı şekilde yüksek yargının da mahkeme heyetinde değişiklik yapma yetkisi mevcuttur. Bütün dünyanın gözleri önünde devam etmekte olan bu soruşturmanın üzerinden sislerin kalkması için iddianameyi yürüten heyetin değiştirilmesi zannedildiği kadar zor bir şey olmadığı gibi kamu vicdanını da rahatlatacağı kesindir. Bu, savcı olduğunu ifade eden AKP hükümeti için geri adım atmak olmadığı gibi, avukatlığı üstlenen muhalefet için de kazanım değildir. Kazanan şüphesiz hukuk ve toplumun adalete olan güveni olacaktır.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın başkente gelerek çeşitli temaslarda bulunması hukuk camiasında umutlu bir beklenti oluşturmuştur. Bunu yargının devreye girmesi girişimi olarak nitelendiren ben de çok önemsiyorum. Umarım yargının devreye girmesiyle adalete olan güven yeniden tesis edilmiş olur.


Resim
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

Amerika mı yaptırıyor?

İletigönderen kgursu » Sal Oca 13, 2009 14:38

Amerika mı yaptırıyor?


SON günlerde Ergenekon soruşturması içerisinde Amerika ve başka dış güçlerin parmağı olup olmadığına dair sorular daha fazla sorulmaya başlandı. Baştan beri bu yönde toplumun pek çok kesiminde var olan kanaat son gözaltı dalgasıyla birlikte güçleniyor. Bu kanaati destekleyen türde bazı açıklamalar da geliyor.
Bu tarz görüş beyan edenlerin, soruşturmaya alkış tutanlar arasından olması önemli bir ayrıntı. Yeni gözaltı dalgasının olacağını; bu dalgada 2000’li yıllarda siyaset yapmış pek çok kişiyle medyada üst düzey yöneticilerin de dahil olduğu çok sayıdaki gazetecinin ve hatta bir emekli genelkurmay başkanının gözaltına alınacağını söyleyen gazeteci, daha önceki gözaltı dalgalarının neredeyse hepsini bilmiş.
Dosyalar ABD’den geliyormuş
Daha önceki gelişmelerle ilgili yakından bilgi aldığı anlaşılan gazetecinin söyledikleri doğruysa, bu soruşturma Amerika ve AB’nin verdiği destek sayesinde yürütülüyormuş. Hatta dosyalar bile Amerika’dan geliyormuş. Çünkü hem ABD hem de AB Türkiye’nin ‘demokratikleşmesine’ çok önem veriyorlarmış. Bunda çok büyük menfaatleri varmış. Bu yönde son zamanlarda söylenenler önemli. Ayrıca bu analizleri ortaya koyanların soruşturmaya alkış tutan taraftan olduklarını bir kez daha not etmekte yarar olacak. Bu arada dünkü gazetelere Amerika’yı korkutan Türkiye senaryolarını neler olduğu yansıdı. Öyle anlaşılıyor ki, Amerika mevcut halden çok memnun; ancak bu mevcut halin bozulması ve Türkiye’yi kaybetme senaryosundan epeyce endişeliymiş.
Vaşington’daki Brookings Enstitüsü bu konudaki senaryoları kapsayan bir araştırma yapmış. Bu araştırmaya göre, en tehlikeli Türkiye senaryosu AB ile güya yürütülmekte olan müzakereleri tek taraflı olarak durduran bir Türkiye olurmuş. Böyle bir gelişmeden dolayı da özellikle TSK’dan korkuyorlarmış.
Bağımsız Türkiye korkusu
AB prangasından kurtulan bir Türkiye, Rusya, Çin ve İran ile daha iyi ilişkiler kurmak istermiş. Hatta belki de Türkiye’deki üslerini Amerika’ya kullandırtmamaya kadar gidebilirmiş bu restleşme. Öyle bir Türkiye yani bağımsız bir şekilde kendi hak ve menfaatlerinin hesabını yapacak olan bir Türkiye Irak’ın kuzeyinde Amerika ve İsrail tarafından kurulmaya çalışılan kukla devlete de karşı çıkarmış. Dolayısıyla en tehlikeli Türkiye bu olurmuşÖ Bu senaryolar bizim değişik vesilelerle ortaya koyduğumuz görüşleri destekliyor. Ucunda üyelik olmadığı açıkça görülmesine rağmen, AB sürecinin sanki tam üyelikle sonuçlanacakmış gibi devam ettirilmekte olması, aslında, Türkiye’nin devlet yapısının yıkılması yani milli devletin tahrip edilerek yerine çok uluslu bir ortaklık devletinin inşa edilmesi içindir.
Gerçekten Amerika varsa
Bütün bunlar yan yana getirildiğinde soruşturmanın bir ayağında eğer gerçekten Amerika varsa, o zaman yaşadığımız hadiselerin izahı daha kolaylaşıyor; ama bundan sonra yaşanacaklar açısından da vahim bir tablo ortaya çıkıyor.
Örneğin geçen yıl İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu’nun da aralarında bulunduğu bir grubun gözaltına alınmasıyla birlikte bu soruşturma en belirgin şekilde kamuoyunun gündemine oturmuştu. O gözaltıların yapıldığı gün Kıbrıs’ta Hristofyas ile Talat ilk defa yetkili devlet başkanları olarak bir araya geldiler. Hristofyas Şubat sonlarında devlet başkanı seçilmişti. 21 Mart günü ilk defa bir araya geldiler ve teknik komitelerin her konuyu aralarında müzakere etmelerinin söz konusu olacağı ve Türk tarafı için fevkalade tehlikeli sonuçlar doğuracağı gün gibi ortada olan bir süreci başlattılar.
Ama o da ne!!! O gün söz konusu gözaltılar yapıldı. Sonra teknik komiteler arasındaki görüşmeler devam ederken Talat ile Hristofyas’ın 1 Temmuz’da bir araya gelmeleri kararlaştırıldı. O da ne!!! O gün de iki emekli orgeneralin de aralarında bulunduğu yeni bir gözaltı dalgasıÖ
Ve o gün akşam saatlerinde Kıbrıs’tan tehlikeli haber geldi. Talat ile Hristofyas ile devlet, tek vatandaşlık, tek dış temsiliyet ve Türkiye’nin garantilerini dışlayan bir çerçevede uzlaşmışlardı. Ayrıntıları komiteler ve daha sonraki günlerde iki liderin baş başa yapacağı görüşmeler belirleyecekti. O görüşmelerin pek çoğunda irili ufaklı yeni gözaltılar olması dikkat çekiciydi. Kaldı ki, Temmuz gözaltılarının psikolojik etkisi toplumun bütün dikkatinin Kıbrıs’tan uzaklaştırmaya yetmişti bile...
Bugünlerde Kıbrıs konusunda tamamen Rum-Yunan milli menfaatleri doğrultusunda bir anlaşma ortaya çıkarsa hiç şaşırmamak gerektir. Veya öyle bir anlaşma ortaya çıktığı zaman on birinci dalga mı gelecektir?
Bu sorulardan hareketle, mevcut gözaltıların hangi psikolojik harp hedefine hizmet ettiği konusunda da spekülasyon yapmak mümkün. Bugünlerde Gazze konusunda toplumun geniş kesimlerinde artan infial duygusu bu işte rol oynamış mıdır? Kriz haberlerini unutturmak istemek de bu işin iç dinamiğiyle mi ilgilidir? Bunların hepsi meşru sorular artık ve bundan sonraki gelişmeleri bu açıdan da takip etmek gerekecek...


[img]http://www.tercuman.com.tr/v1/images/tercuman_02.gif[/img]
Kullanıcı küçük betizi
kgursu
Üye
Üye
 
İletiler: 495
Kayıt: Çrş May 21, 2008 4:47

ÖncekiSonraki

Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x