Demokrasi bahanesiyle Cumhuriyet yıkıcılığınazimguvenc@gmail.comTürkiye, ne acıdır ki 1946dan beri rejim sorunu içinde feci halde debelenmektedir. Siyasal rejim konusu, ekonomik düzenin de ötesinde ülkenin her anlamda kan kaybına yol açan bir iğneli fıçı işlevi görmektedir. Çünkü 1923 Cumhuriyetinin temel değerlerine uygun yani ulusal bağımsızlık ve egemenlik; Aydınlanma ve Modern bir toplum oluşturma (çağdaş uygarlığın önde giden bir ülkesi olma); ekonomik kalkınma ve refah hedeflerine yönelme ile İkinci Dünya Savaşı sonrasının Batı dünyasında geçerli demokratik rejimini bağdaştırmakta bir türlü başarılı olamamıştır. Bu çok yanlı başarısızlığın nedenlerini kavramadan bugünkü konjonktürü doğru kavrayamayız.
Konu uzun ve çetrefil. Lakin olabildiğince özlü ve anlaşılır bir şekilde çözümlemeye ve bir sentezi ana hatlarıyla da olsa dikkatinize sunmaya çalışacağım.
1923 Cumhuriyetini bir Dünya Savaşının sonunda ve sonrasında, Osmanlı Devletinin parçalanması sürecinde elde kalan ulusal (misak-ı millî) topraklar üzerinde kurduk. Atatürkün ölümü üzerinden bir yıl bile geçmeden yeni bir Dünya Savaşı çıktı. Bir başka deyişle, 29 Ekim 1923 1 Eylül 1939 arasındaki dönemde (Tek Parti Dönemi / Atatürkiye) siyasal rejim o devrin dünyasına göredir ve dahası, asıl önemlisi: Devrim dönemidir.
İki temel eksen birbirine eşleğen şekilde yürürlükteydi:
1) Ulusal egemenlik, siyasi karar ve irade bağımsızlığı. (Elbette emperyalizmle güç dengesi sınırları içinde. Nitekim Boğazların ulusal egemenliğimiz altına geri alınması anca Montreux Antlaşmasıyla 1936da mümkün oldu. Hatay keza 1939da Türkiyeye katıldı. Buna karşılık Musul ve Kerkükü geri almak mümkün olmadı. Lakin onda bile Ankaranın bir çıkar hesabı vardı ve vaz geçme kararını kendi iradesiyle aldı.)
2) Örnek / Model olarak Batıyı / Batının damgasını vurduğu çağdaş uygar dünyayı almak yani ileri Batı devletlerinin düzeyine en kısa zamanda yetişmek, ve hatta önüne geçmek. (O devirde bir numaralı dostumuz ve müttefikimiz Sovyet Rusya idi ama hukuksal üst yapıyı (Medeni hukuk, alfabe, takvim, müzik, mimarlık, laiklik, ne varsa
) Avrupadan, özellikle de Kara Avrupasından aldık.
Kısa tutmak için sadece bir tek hususun altını çizeceğim: O yıllar, özellikle de 1930ların Avrupası (biraz İngiltere hariç) bir baştan bir başa dikta rejimlerinin yönetimindeydi ve Atatürkiye üstelik demokrasiyi topluma yaymakta pek çok Avrupa ülkesinin önüne geçmişti.
Tek Partiden Demokrasi oyununaBilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı Batıda faşist ülkeler karşısında demokratik ülkelerin zaferiyle sonuçlandı. Türkiye (CHP İsmet İnönü) kurulmakta olan o yeni dünya düzeninde biraz da zorunlu olarak Batı kampına iltica etmek gereğini duydu. Çünkü uygarlık değerleri olarak zaten en baştan Batıyı örnek almıştı (Attila İlhan ve müritleri ile D. Perinçekgiller) boşuna olguları saptırmaya çalışıyorlar Batı değil çağdaş uygarlık diyerek! Sanki 1920lerin, 1930ların dünyasında uygarlık deyince Batıdan başka çağdaş bir uygarlık varmış gibi! Ki bizzat Mustafa Kemal bu hususun altını çizmiştir.)
İkincisi (ve iltica dememizin gerekçesi) o hemen savaş ertesi ganimet paylaşımı çekişmelerinin sıcak konjonktüründe (1945-1949) Moskovanın Boğazlarda üs kurma talebi ile ilgili olarak doğrudan; Kars ve Ardahan ile ilgili olarak görünüşte Ermenistan üzerinden dolaylı tehdit ve talepleri de Türkiyeyi ister istemez Batının kucağına itmiştir. Moskovanın 1950den sonra hatasının farkına varıp taleplerinden vaz geçmesi çok geçtir.)
Fakat Türkiyenin 1950de dürüstçe bir genel seçim yapması bile yeni rejimin gerçek bir demokrasi olmasına yetmemiştir. Çünkü ne toplumda, ne de en önemlisi siyasal öncülerde (CHP ve DP) gelişmiş bir demokrasi kültürü ve bunun sınıfsal, ekonomik, kültürel altyapısı mevcut değildi. Buna bir de Soğuk Savaş ortamında ve özellikle de Türkiyenin 1952de NATOya lütfen kabul edilmesinden sonra Batının gerçek bir demokrasiden ziyade yapay / sahte bir sözde demokrasi rejimini tercih etmesi eklenince, Türkiye Atatürkün yolundan önce ulusallık ekseninde çıktı.
Yine CHPnin bir şekilde hükümette olduğu ve çok kritik kararların alındığı dönemler sayılmazsa (1964: Kıbrıs Rumlarının katliamlarının havadan bombardımanla durdurulması - Başbakan İsmet İnönü; 1974 Kıbrıs Barış Harekatı; Kardak adasına çıkartma Dışişleri Bakanı Deniz Baykal; 1 Mart Tezkeresine ret: CHPnin başı çekmesi) Ankaranın iç ve dış politikada ulusal karar ve iradesi fiilen kalmamıştır. Hele git gide azalan ve sindirilmesi için her türlü psikolojik savaş yöntemine başvurulan yurtsever kamuoyu tepkisi de olmasa, keza Doğan Güreşten buyana TSK özellikle KKTCde ağırlığını koymasa; TSK kazara Tağmaçların, Evrenlerin zamanındaki kafada olsa bugün ne Ege kalmıştı, ne KKTC, ne de henüz direnebildiğimiz son bir iki şey daha
Merkez Sağın büyük vebali
Açık konuşalım: Türkiyede 1965 1971 arasını saymazsak 1946dan veya 1950den buyana geçen sürede gerçek yani Batılı / Batıdaki en güzel, en olgun örneklerindeki gibi bir demokrasi rejimi olmamıştır. İşin kötüsü: Türkiye geçen yıllarla, ekonomisinin gelişmesiyle demokrasi yolunda ilerlemek şöyle dursun, tersine geri gitmiştir. Tabii gerçek demokrasi anlamında; yoksa çakma demokrasi anlamında hele AKPyle birlikte her geçen gün daha fazla mesafe almaktadır.
Bunun en büyük vebali başta Merkez Sağ siyasetçiler olmak üzere 1946 sonrasına hükmetmiş tüm iktidarlara aittir. Kimin payına ne kadar düştüğünü ilerde tarihçiler hesap eder. Biz şimdi bu konuyu olabildiğince kısa tutarak biraz daha açalım:
Ergenekon davası bağlamında ve geriye doğru bir baktığımızda ne görüyoruz? Kestirmeden bazı şeyleri anımsatayım:
Gladyo diye bir şey var yani Ergenekon terör örgütü diye bize yutturulmaya çalışılan ucubenin gerçeği ve daniskası! NATO ülkelerinin hemen hemen tümünde çeşitli boyutlarda var olan ve tamamen Amerikan istihbaratının güdümünde faaliyet gösteren birer gayrı-resmî derin devlet örgütlenmesi. Bunun dışında yer yer bununla örtüşen, yer yer dışında kalan ve yine (Batıda da) devlet içinde resmen var olan Özel Harp örgütlenmesi var. MİT var, Emniyet var. Bunlar her devlet gibi devlette olan şeyler. Yalnız kısa tutmak için bir tek örnek vereceğim: MİT yıllarca o kadar içe dönük ve esas olarak komünist avına dönük çalıştırılmıştı ki ASALA terörü ile mücadele etmek gerektiğinde ve çok haklı olarak (aynen İngiltere, Almanya, Fransa, ABD gibi demokrasilerde de olduğu üzere) dışarıda eylem yapmak gerektiğinde uygun elemanı yoktu ve Çatlı vb. türünden ülkücü canileri kullanmak zorunda kalmıştı!
Daha sonra Çiller zamanında Mehmet Eymür tarafından oluşturulan Kontr-terör dairesi, keza Emniyette Mehmet Ağar tarafından oluşturulan Özel Harekât aynen daha önce TSK çatısı altında kurulmuş olan Özel Harp Dairesi (kontr-gerilla) gibi maksadı dışına çıkarak a) iç siyasette kullanıldı; b) kurum kuralları dışına çıkarak kişisel nüfuz ve servet edinme aracı olarak kullanıldı. (Daha yeni tarihte kurulmuş olan JİTEMin de bu mikroptan kendini kurtaramamış olduğu anlaşılıyor.)
Bunun vebali Faruk Sükan gibi bir İçişleri Bakanının 1965 1971 arası iti ite kırdırma politikasına ses çıkartmamış; keza MHPnin yıllarca devleti korumak adına cinayetlerine seyirci kalmış Süleyman Demirele; 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin generallerine; kendilerine karşı suikast düzenlendiğinde bile (ellerinde iktidar yetkisi olduğu halde) kontr-gerillanın veya suikast girişimini o tarihte hangi derin devlet birimi tezgâhlamışsa üstüne gidemeyen Bülent Ecevite ve Turgut Özala aittir. Keza PKKya karşı daha öncekilerden çok daha yürekli ve kararlı davrandığı için övgüyü hak eden lakin bunu yanlış adamlara yaptırdığı ve onların yer yer çok yanlış ve beyinsizce eylemlerine izin verdiği için Tansu Çillere; benzeri adamlarla iş tuttuğu için, ve daha vahimi tamamen Çiller ile rekabetinden ötürü Öcalana karşı tamamen haklı ve gerekli bir özel harekât eylemini Yalçın Küçükü aracı ederek ihbar etmesinden ötürü (sanırım Prof. Hazretlerine bunun ayrıntılarını soracaklar) Mesut Yılmaza aittir. Aynı şekilde Susurluk olayının üstüne gitmeyen Necmettin Erbakana aittir.
Bir tek Sayın Deniz Baykal, 1990 yılında adlı adınca Gladioyu anarak, Özel Harp dairesinin, Kontr-Gerillanın üstüne gidilmesi için Meclise önerge vermiştir. Keza Sayın Devlet Bahçeli partisini katil takımından arındırmış, geçmişte bir şekilde söz konusu kurumlarda görev almış asker / sivil kişileri partisinden uzak tutmak bilincini göstermiştir. BBPnin işlevi ise ortada.
Oyun içinde oyunSonuç olarak: Bugün AKP hükümeti döneminde devlet içinde yapılanmış bir grubun yine Gladionun desteğiyle diğer gruplarla mücadelesi ve onları tasfiye çabası söz konusudur. Hiç de iddia edildiği gibi halisane niyetlerle demokrasinin önünü açmak filan söz konusu değildir. Bunu yaparken tipik üç kağıtçı tekniği uygulanmaktadır yani yukarda bazılarını anımsattığımız yanlışlar, yolsuzluklar bahane edilmekte lakin araya hiç ilgisiz şeyler katılarak özellikle ve öncelikle 1923 Cumhuriyetinin sivil / asker savunucuları sindirilmek istenmektedir. Dahası Kürtçülükle / Pan-Kürtçülükle / ayrılıkçı terörle mücadele fiilen engellenmek amaçlanmaktadır. Bu demokrasi değil, gaflet ve delalet ötesi bir şeydir.
Demokrasi diye diye herkesin teknik izlemeye alınması, medyanın ele geçirilmesi, tüm devlet birimlerinin AKPlilerce doldurulması, seçim hileleri için tezgâh kurulması, Ergenekon davasının tüm hukuk ve hatta düz mantık kuralları bile çiğnenerek bir korkutma, susturma, tasfiye aracı olarak kullanılması ve nihayet tüm İkinci Cumhuriyetçi ve dinci çevrelerin yazdıkları gerçek amacı yeterince açık bir şekilde elevermektedir. Asıl amaç: 1923 Cumhuriyetinin tamamen tasfiyesi ve yerine Batının istediği tarzda bir ılımlı İslam Cumhuriyeti kurulmasıdır.
Böylece 1923 Cumhuriyetinin ikinci temel ekseninden de çıkılmış olacaktır: Türkiye Batılı değil batıcı bir Orta Doğu ülkesi haline dönüştürülecektir. Üstelik Orta Doğu ülkeleri batılılaşırken Türkiye onların da gerisine düşmektedir. Orta Doğu ülkelerinin lider eşleri hanımların toplu fotoğrafını gördünüz mü? Bir tek bizimkinin başı bağlıydı. Libyanın temsilcisi bile saçlarını açıkta bırakan bir eşarp takmıştı, diğer hanımların başı tamamen açıktı. Onlar dinsiz / gavur, bir tek Erdoğanın karısı hakiki Müslüman değil mi?!
Demokrasi konusuna devam edeceğiz.
NOT: Geçen yazımda çok üzüldüğüm bir hata yapmışım. Dalgınlıkla Bağımsız Cumhuriyet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sayın Engin Aydını, Agos gazetesine iltica etmiş Aydın Enginle karıştırmışım. Bu üzücü hatadan ötürü Sayın Engin Aydından çok özür dilerim.
